31 Aralık 2024

Çeviri:

Vasiyetname









27 Şubat 1940

Yüksek (ve giderek artan) tansiyonum, sağlık durumum hakkında yakınlarımı yanıltıyor. Hâlâ aktifim ve çalışabiliyorum, ancak sonun yaklaştığı açık. Bu satırlar ölümümün ardından kamuoyuna açıklanacaktır.

Burada Stalin ve ajanlarının aptalca ve aşağılık iftiralarını bir kez daha çürütme gereği duymuyorum: benim devrimci onurumun üzerinde tek bir leke dahi yoktur. İşçi sınıfının düşmanlarıyla hiçbir zaman kapalı kapılar ardında ne doğrudan ne de dolaylı herhangi bir anlaşma ve hatta görüşme yapmadım. Stalin’in binlerce muhalifi, benzer sahte suçlamaların kurbanı oldular. Yeni devrimci kuşaklar onların siyasi itibarlarını iade edecek ve Kremlin’in cellatlarına hak ettikleri biçimde muamele edecektir.

Yaşamımın en zor anlarında bana sadık kalan dostlarıma yürekten teşekkür ediyorum. Burada hepsinin adını sayamayacağım için, hiçbirini özel olarak anmayacağım.

Ancak, hayat arkadaşım Natalya İvanovna Sedova için bir istisna yapma hakkını kendimde görüyorum. Kader bana, sosyalizm davasının bir savaşçısı olma mutluluğunun yanı sıra, onun eşi olma mutluluğunu da bahşetti. Birlikte geçirdiğimiz neredeyse kırk yıl boyunca, o tükenmez bir sevgi, yüce gönüllülük ve şefkat kaynağı oldu. Özellikle hayatımızın son döneminde büyük acılar çekti. Ancak mutluluk dolu günler yaşamış olduğunu bilmek, bana bir nebze olsun teselli veriyor.

Bilinçli yaşamımın kırk üç yılı boyunca bir devrimci olarak kaldım; bunun kırk iki yılında Marksizmin bayrağı altında mücadele ettim. Her şeye yeniden başlamam gerekseydi, elbette şu ya da bu hatadan kaçınmaya çalışırdım, ancak yaşamımın ana ekseni değişmeden kalırdı. Bir proleter devrimci, bir Marksist, bir diyalektik materyalist ve dolayısıyla uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine olan inancım, gençlik yıllarımda olduğundan daha az ateşli değil; hatta bugün daha da sağlam.

Nataşa az önce avludan pencerenin önüne geldi ve havanın odama daha rahat girebilmesi için camı biraz daha açtı. Duvarın dibindeki parlak yeşil çimen şeridini, duvarın üzerindeki masmavi gökyüzünü ve her yanı aydınlatan güneş ışığını görebiliyorum. Hayat çok güzel. Gelecek kuşaklar, onu tüm kötülüklerden, baskılardan ve şiddetten arındırsın ve tadını doyasıya çıkarabilsin.

L. Trotskiy

 

Ölümümün ardından geride kalan tüm mal varlığım ve tüm edebi haklarım (kitaplarım, makalelerim vb. üzerinden elde edilen gelirler) eşim Natalya İvanovna Sedova'nın tasarrufuna bırakılacaktır. Eğer ikimiz de ölürsek [sayfanın geri kalanı boş bırakılmış]

 

3 Mart 1940

Hastalığımın doğası (yüksek ve artan tansiyon) -anladığım kadarıyla- sonun büyük olasılıkla ani bir beyin kanamasıyla gelmesine yol açacak türden -bu da benim kişisel varsayımım. Bu arzu edebileceğim en iyi son. Yine de yanılıyor olabilirim (bu konuyla ilgili özel kitaplar okumaya hiç niyetim yok ve doktorlar da doğal olarak gerçeği söylemeyeceklerdir). Skleroz uzun süreye yayılır ve uzun süreli bir sakatlık tehlikesiyle karşı karşıya kalırsam (şu anda, aksine, yüksek tansiyondan kaynaklanan zihinsel bir enerji artışı hissediyorum, ancak bu uzun sürmeyecektir), bu durumda ölümümün zamanını belirleme hakkını kendimde saklı tutuyorum. Bu “intihar” (eğer böyle bir terimi bu bağlamda kullanmak yerindeyse) hiçbir biçimde keder veya umutsuzluk nöbetinin bir ifadesi olmayacaktır. Nataşa ve ben, insanın kendi hayatını ya da daha doğru bir ifadeyle çok yavaş ilerleyen ölüm sürecini kısa kesmesinin daha iyi olacağı bir fiziksel duruma gelebileceğinden birçok kez söz ettik.  . . .  Ancak ölümüm hangi koşullar altında gerçekleşirse gerçekleşsin, komünist geleceğe duyduğum sarsılmaz inançla öleceğim. İnsanoğluna ve onun geleceğine duyduğum bu inanç, bana şu anda bile hiçbir dinin veremeyeceği türden bir direnme gücü veriyor.

L. Tr

Kaynak: Fourth International, Sayı 7, Sonbahar 1959, s. 30.

Tortskiy'in vasiyetnamesinin Sou Mi adlı Amerikalı bir aktivist tarafından hazırlanmış grafik versiyonu, yaklaşık beş yıl önce Left Voice web sitesinde yayımlandı. Bu çalışmaya İngilizce olarak buradan erişilebilirsiniz.

29 Aralık 2024

Fear of assassination and childhood innocence

Mina Urgan (1915–2000), a professor of English literature, writer, philologist, translator, and socialist, recounts in her book "Bir Dinazorun Anıları" [Memoirs of a Dinosaur] how, at the age of 14, she caught a glimpse of Trotsky, who was living in Büyükada at the time:

Trotsky lived on Büyükada, on Nizam Street, in a mansion with a garden that extended down to the sea. He never walked the streets but went fishing almost every day in a rowboat. One day, while swimming offshore, I spotted Trotsky’s boat. We could recognise the boat from a distance because two Russian guards with pistols sat at the bow and stern. In the middle, there was the Greek fisherman rowing and Trotsky with his fishing rod. I immediately swam towards the boat, grabbed the side, and found myself almost nose-to-nose with Trotsky. One of the guards said, "git, git" ["go, go" in English]. (In fact, he pronounced it as "get, get" with a Russian accent.) Pretending to be tired, I tried to hold onto the edge of the boat a little longer and continue looking at Trotsky. But when the guard raised his pistol as if to hit my fingers with its butt, I let go of the boat. They were evidently so afraid of an assassination that they even suspected an unarmed girl in the sea and wouldn’t let her near Trotsky.

It would have been nice if this great man, instead of looking at me with cold eyes as if I weren’t even there, had said, "Let the child come aboard the boat and rest for a while." It would have been nice if he had spoken a little French with me, asked how I had learned French, where I studied, and so on, or even handed me a towel to dry my face and eyes. It was obvious that I posed no threat to him. Yet years later, in Mexico, Ramón Mercader, a man who had entered and exited Trotsky’s house freely as a family friend, would easily assassinate him—hitting him on the head with an ice pick. (Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, YKY, 31st edition, September 1998, Istanbul, pp. 155–156.)

This intriguing anecdote vividly captures Trotsky’s isolation and the tense political atmosphere of the time. (Note: The assassin who would later kill Trotsky in Mexico in 1940 was surnamed Mercader, not “Mercedes” as Urgan mistakenly recalled.)

On the other hand, Çağatay Anadol, a leading member of the Socialist Workers’ Party of Turkey (TSİP) and one of the founders of the Socialist Unity Party, the United Socialist Party (BSP), and the Freedom and Solidarity Party (ÖDP), recounts in his political memoirs, “Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi” [That’s Our Socialist Workers’ Party], how he heard this anecdote from Urgan on 23 June 1990, during a train journey from Istanbul to Ankara for the BSP preparatory congress, and how they joked about it:

I was among those who travelled to Ankara by train. I remember that we made our way to the restaurant carriage and enjoyed a lively journey, cramming six people into tables meant for four. My dear Mina Urgan was also travelling to the congress. In the restaurant carriage, she told me, in her hoarse voice, how one day, while swimming off Büyükada, she approached Trotsky’s rowboat, locked eyes with him, and was signalled away by his guards. Ms Urgan must have been about 15 or 17 years old at the time. We were all astonished to realise that someone among us could link the time of a historical figure like Trotsky to the present. In fact, when our Ethem (Kiper) jokingly said, "Ask her if she has any memories of Engels," we all burst into laughter, including Ms Mina. (Çağatay Anadol, Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi: "Bir Barbar Aşısı" (TSİP 1974-1990), İletişim Yayınları, 1st edition, 2022, Istanbul, p. 240.)

(Note: Anadol had likely not read Urgan’s book, and since human memory is as prone to error as it is to forgetfulness, he misremembered Urgan’s age during her encounter with Trotsky.)

28 Aralık 2024

Suikast korkusu ve çocukluk masumiyeti

İngiliz edebiyatı profesörü, yazar, filolog, çevirmen ve sosyalist Mina Urgan (1915-2000), "Bir Dinazorun Anıları" adlı kitabında, 14 yaşındayken o tarihte Büyükada'da yaşayan Trotskiy'i nasıl yakından gördüğünü şöyle anlatır:

Troçki Büyükada'da, Nizam caddesinde, bahçesi denize kadar inen bir konakta otururdu. Sokaklarda hiç gezmezdi; ama nerdeyse her gün sandalla balığa çıkardı. Günün birinde, açıklarda yüzerken, bir de baktım Troçki'nin sandalı. Başında ve kıçında elleri tabancalı iki Rus korumacısı oturduğu için, bu sandalı uzaktan görsek de tanırdık. Ortada da, kürek çeken Rum balıkçıyla, elinde oltası Troçki otururdu. Hemen sandala doğru yüzdüm, kenarına tutundum ve Troçki ile nerdeyse burun buruna geldik. Korumacılardan biri "git, git" dedi. (Rus şivesiyle "get, get" demişti aslında.) Ben, yorgunluğumu bahane ederek, sandalın kenarına biraz daha tutunmak, Troçki'ye biraz daha bakmak istiyordum. Ama korumacı, tabancanın kabzasıyla parmaklarıma vuracakmış gibi, silahı havaya kaldırınca, ellerimi çektim. Demek ki, bir suikastten öyle korkuyorlardı ki, denizde, dolayısıyla silâhsız, bir kız çocuğundan bile kuşkulanıyorlar, onu bile yaklaştırmıyorlardı Troçki'nin yanına.

Bu büyük adam, hiç oralarda değilmiş gibi, bana soğuk gözlerle bakacağına, ‘bırakın çocuk sandala çıksın, biraz dinlensin’ deseydi ne güzel olurdu. Benimle biraz Fransızca konuşsaydı; Fransızcayı nasıl öğrendiğimi, nerede okuduğumu filan sorsaydı; hattâ yüzümü gözümü kurulamam için bir havlu uzatsaydı, ne güzel olurdu. Benim onu öldürmeyeceğim besbelliydi. Ama yıllar sonra, Meksika'da, eve aile dostu olarak rahatça girip çıkan Ramón Mercedes ya da o adı kullanan bir katil, kolayca öldürdü Troçki'yi. Hem de bir buz kırma aletiyle başına vura vura. (Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, YKY, 31. Baskı, Eylül 1998, İstanbul, s. 155-156.)

Bu ilginç anekdot Trotskiy’in yalıtılmışlığını ve dönemin gergin siyasi atmosferini çarpıcı bir biçimde yansıtıyor. (Not: Trotskiy’i daha sonra 1940 yılında Meksika'da öldürecek olan katilin soyadı, Urgan'ın aklında kaldığı gibi “Mercedes” değil, Mercader'dir.)

Öte yandan, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin (TSİP) önder kadrosu ve Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) kurucuları arasında yer almış olan Çağatay Anadol ise siyasi anılarını anlattığı “Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi” başlıklı kitabında, 23 Haziran 1990 tarihinde İstanbul’dan BSP’nin hazırlık kurultayı için Ankara’ya trenle giderken Urgan’dan bu anekdotu nasıl dinlediğini ve bu konuda aralarında nasıl şakalaştıklarını şu sözlerle aktarıyor:

Ben de Ankara'ya trenle gidenler arasındaydım. Kendimizi restoran vagonuna atmış, dört kişilik masalara altı kişi sıkışmış halde çok neşeli bir yolculuk yaptığımızı hatırlıyorum. Sevgili Mina Urgan da kurultaya geliyordu. Restoran vagonunda kısık sesiyle bir gün Büyükada açıklarında yüzerken içinde Troçki'nin bulunduğu sandala yaklaşıp onunla göz göze geldiğini, muhafızlarının işaretlerle kendisini oradan uzaklaştırdığını anlatmıştı. Mina Hanım herhalde o sırada 15-17 yaşlarında olmalıydı. Geçmişin Troçki gibi bir tarihi şahsiyetinin zamanıyla yaşadığımız zamanı birleştirebilen bir halkanın aramızda bulunması hepimizi şaşırtmıştı. Hatta bizim Ethem (Kiper) bana ‘Sor bakalım, Engels'le de bir hatırası var mıymış?’ dediğinde Mina Hanım dahil hepimiz kahkahalarla gülmüştük. (Çağatay Anadol, Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi: "Bir Barbar Aşısı" (TSİP 1974-1990), İletişim Yayınları, 1. Baskı 2022, İstanbul, s. 240.)

(Not: Anadol büyük olasılıkla Urgan’ın kitabını okumamış ve hafıza-i beşer nisyan ile olduğu kadar yanılgı ile de malûl olduğundan, Urgan’ın Trotskiy’le karşılaştığı sıradaki yaşı aklında yanlış kalmış.)

26 Aralık 2024

Exile in Büyükada (Büyükada’da Sürgün)

“Exile in Büyükada” is a powerful documentary that chronicles Lev Trotsky's years of exile in Turkey. Masterfully directed by Turan Yavuz, the film transports viewers to Trotsky's life on Büyükada between 1929 and 1933. By skilfully interweaving historical events with personal drama, it is both enlightening and deeply moving.

The film opens with Trotsky's expulsion from the Soviet Union in 1929, following his internal exile in 1928. Banished from his homeland as a result of the Stalinist counter-revolution, Trotsky arrives in Istanbul with his family and soon takes residence on Büyükada. The production sensitively portrays the struggles he faced during this period, encompassing his political battles and personal tragedies.

“Exile in Büyükada” does not confine itself solely to Trotsky's political endeavours; it also shines a light on his human side. His relationships with his family, his friendships, and his daily life are depicted with great nuance. This intimate portrayal serves as a poignant reminder that Trotsky was not only an eminent revolutionary Marxist leader but also a man with flaws and passions.

Impressive archival footage and reconstructions enhance the film's authenticity, effectively capturing the era's atmosphere. Director of Photography Colin Mouiner artfully frames the natural beauty of Büyükada and Trotsky's sequestered existence. These visuals, transporting viewers to a bygone time, amplify the documentary's visual impact. The evocative score composed by Fahir Atakoğlu further enriches its emotional depth.

“Exile in Büyükada” offers a significant historical perspective, illuminating the political and social conditions of Turkey at the time. Trotsky's life in Turkey is explored against the backdrop of both local and international dynamics, providing valuable insight into his and Turkey's historical narratives.

The documentary also delves into Trotsky's writings, political analyses, and activities during his years on Büyükada. In this context, the film impressively conveys Trotsky's intellectual and political legacy to its audience.


Year of Production - 2000
Duration - 1 hour 12 minutes
Format - Documentary, Colour, Turkish, 35mm

Director - Turan Yavuz
Producer - Ayda Yavuz
Screenwriters - Turan Yavuz, Ergun Hiçyılmaz
Director of Photography - Colin Mouiner
Music - Fahir Atakoğlu
Narration - Vanessa Redgrave

Cast
Russian actor Viktor Sergachev as Trotsky
Işık Yenersu as Trotsky's wife, Natalya Sedova
Tan Sağtürk as Trotsky's eldest son, Lev Sedov
Shahnaz Çakıralp

25 Aralık 2024

Exile in Büyükada (Büyükada’da Sürgün)

"Exile in Büyükada" (Büyükada'da Sürgün), Lev Trotskiy’in Türkiye’deki sürgün yıllarını etkileyici bir anlatımla ele alan güçlü bir belgesel. Turan Yavuz’un ustalıkla yönettiği bu film, izleyiciyi 1929-1933 yılları arasında Trotskiy’in Büyükada’da geçirdiği döneme götürüyor. Tarihsel olayları ve kişisel dramları ustaca bir araya getiren yapım hem bilgilendirici niteliğe sahip hem de izleyicisine derin bir duygusal deneyim sunuyor.

Film, 1928 yılında iç sürgüne gönderilmesinin ardından Trotskiy’in 1929’da ülkesinden ihraç edilmesiyle başlıyor. Sovyetler Birliği’nde yaşanan Stalinist karşı-devrim sonucu ülkesinden sürgün edilen Trotskiy, ailesiyle birlikte İstanbul’a gelir ve kısa bir süre sonra Büyükada’ya yerleşir. Yapım, Trotskiy’in bu dönemde yaşadığı zorlukları, siyasal mücadelesini ve kişisel trajedilerini derin bir hassasiyetle işliyor.

"Exile in Büyükada", sadece Trotskiy’in siyasi mücadelesine odaklanmakla kalmıyor, onun insani yönünü de ön plana çıkarıyor. Ailesiyle ilişkileri, arkadaşlıkları ve gündelik yaşamı, filmde içten bir şekilde aktarılıyor. Bu samimi dokunuş, izleyicilere Trotskiy’in sadece büyük bir devrimci Marksist önder değil, aynı zamanda zaafları ve tutkularıyla bir insan olduğunu da hatırlatıyor.

Filmde kullanılan etkileyici arşiv görüntüleri ve yeniden canlandırmalar, dönemin atmosferini başarıyla yansıtıyor. Görüntü yönetmeni Colin Mouiner, Büyükada’nın doğasını ve Trotskiy’in yalıtılmış dünyasını ustaca kayda geçirmiş. İzleyiciyi zamanda geriye götüren bu sahneler, belgeselin görsel gücünü artırıyor. Fahir Atakoğlu'nun müziği de belgeselin duygusal atmosferini güçlendiriyor.

"Exile in Büyükada", Türkiye’nin o dönemki siyasi ve toplumsal koşullarına da ışık tutarak önemli bir tarihsel perspektif sunuyor. Trotskiy’in Türkiye’deki yaşamı, o dönemin yerel ve uluslararası dinamikleriyle birlikte ele alınıyor. Bu sayede film hem Trotskiy’in hem de Türkiye’nin tarihine dair çok değerli bir pencere açıyor.

Yapım, Trotskiy’in Büyükada’daki sürgün yıllarında yazdığı eserleri, siyasi çözümlemelerini ve faaliyetlerini de ele alıyor. Bu bağlamda belgesel, Trotskiy’in entelektüel ve siyasi birikimini etkileyici bir şekilde izleyiciyle buluşturuyor.


Yapım Tarihi - 2000
Süre - 01:12:00
Format - Belgesel, Renkli, Türkçe, 35mm

Yönetmen - Turan Yavuz
Yapımcı - Ayda Yavuz
Senaryo Yazarı - Turan Yavuz, Ergün Hiçyılmaz
Görüntü Yönetmeni - Colin Mouiner
Müzik - Fahir Atakoğlu
Seslendiren - Vanessa Redgrave

Oyuncular
Rus aktör Viktor Sergaçev - Trotskiy
Işık Yenersu - Trotskiy'in eşi Natalya Sedova
Tan Sağtürk - Trotskiy'in büyük oğlu Lev Sedov
Şahnaz Çakıralp

23 Aralık 2024

Çeviri:

Trotskiy ailesinin mücadelesi: Esteban Volkov ile söyleşi

Esteban Volkov'la Alan Woods tarafından yapılan görüşme, 17 Haziran 1988

Esteban Volkov ile Coyoacan'da bulunan ve küratörlüğünü yaptığı Trotskiy Müzesi'nin bir odasında görüştüm. 24 Mayıs 1940 gecesi, o zamanlar sadece 14 yaşında olan Esteban Volkov, Stalinistler tarafından düzenlenen ve Trotskiy ailesinin mucizevi bir şekilde sağ kurtulduğu hunharca bir makineli tüfek saldırısında yaralanmıştı. Esteban, gözle görülür bir duygusallık sergilemeden bana bir zamanlar yatak odası olan odanın duvarında hâlâ durmakta olan kurşun deliklerini gösterdi. Büyükbabasının bir Stalinist ajan tarafından öldürüldüğü çalışma odasının yanındaki odada ona geçmişiyle ilgili sorular sordum.

Esteban Volkov [Fotoğraf: Leon Trotsky House Museum]







                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

Alan Woods: Ailen Stalinistlerin elinde korkunç acılar çekti. Baban ve kız kardeşin toplama kamplarına gönderildi ve annen Zina da intihara sürüklenecek ölçüde zulüm gördü. Onlara ve Rusya'daki erken dönem çocukluğuna dair ne gibi hatıraların var?

EV: Rusya ile ilgili çok az şey hatırlıyorum. Benden biraz daha büyük bir üvey kız kardeşim vardı. O, Rusya'da kaldı ve dediğin gibi toplama kamplarına gönderildi. Ondan bir daha haber alınamadı. Sanırım hâlâ hayatta olma ihtimali var. Ama ondan hiçbir haber almadım.

Babamla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Ben çok küçükken tutuklanmış. Birkaç yıl önce Pierre Broué araştırma yaparken bulduğu bir fotoğrafı bana gönderdi. Babamın neye benzediğini ilk kez o zaman öğrendim.

Anneme gelince, ben yedi yaşındayken, sinirsel bir rahatsızlık nedeniyle tedavi görmek için Berlin'e gittiği zaman benden ayrıldı. Bu, Hitler'in iktidara gelmek üzere olduğu bir dönemdi. Ölümünü ancak bir yıl sonra öğrenebildim. Bu haberi benden saklamaya karar vermişler.

AW: Peki ya deden?

EV: İlk anılarım, annemle birlikte Türkiye'ye, dedemin üvey anneannem Natalya ile sürgünde yaşadığı Büyükada’ya geldiğim zamana ait. Orada yaklaşık bir yıl kaldım. Marmara Denizi'ndeki adalar arasında düzenlenen balık avı gezilerinde dedeme eşlik ettiğimi hatırlıyorum. O zamanlar beş yaşındaydım. Anneannem ve dedemle ilk kez o zaman tanıştım.

Ağustos 1939'da suikasttan bir yıl önce, nihayet onların yanına Meksika'ya gittim. Meksika'ya Alfred ve Marguerite Rosmer’le beraber yolculuk ettim. O zamanlar on üç yaşındaydım, bu yüzden çok daha fazla şey hatırlıyorum.

AW: Trotskiy ailesinin Meksika'daki yaşamını anlatabilir misin?

EV: Biz çok geniş bir 'aile' idik. Birçok ulustan yoldaşımız vardı. Almanlar da vardı, Çek bir yoldaşı da hatırlıyorum ama çoğunluğu Amerikalıydı ve hepsi de aileyi savunmak için yardıma gelmişti. Aralarında işçilerin de bulunduğu, toplumun her kesiminden gelen insanlardı. Biri kamyon şoförüydü; Jackie Cooper. Harold Robbins adında bir ressam vardı ve bir diğeri de Charlie Cornell adında bir öğretmendi.

AW: Dedenin çalışmalarına ilişkin neler hatırlıyorsun?

EV: Son derece aktif ve dinamik bir insandı. Her zaman çok erken kalkar ve çalışmaya başlamadan önce bizim için bir besin kaynağı olan tavukları ve tavşanları beslemek üzere biraz zaman ayırırdı. Bu onun için bir parça fiziksel egzersiz yapmak anlamına geliyordu. Bu evde neredeyse kilitli kaldığını ve başka hiçbir yere gitme fırsatının olmadığını unutmayın. Kahvaltıdan sonra neredeyse tüm günü çalışma odasında, saat 5, 6 ya da 7'ye kadar okuyarak, kitapları ve el yazmaları üzerinde çalışarak geçirirdi. Geceleri de genellikle yoldaşlarla siyasi tartışmalar yapardı.

AW: 24 Mayıs 1940 gecesi Stalinist Siqueiros tarafından gerçekleştirilen suikast girişimi hakkında bir şeyler söyleyebilir misin?

EV: Bu girişimden önceki haftalarda ve aylarda evde gerginliğin giderek arttığını hissedebiliyordunuz. Meksika'daki Stalinist basının saldırıları giderek daha da şiddetleniyordu. Bu zaten bir tür fiziksel saldırının hazırlandığına işaret ediyordu.

Sabah saat dört civarında bahçe kapılarının aniden açıldığını duydum ve kısa bir süre sonra korkunç silah sesleri duyuldu ve ortalık bir savaş alanına döndü.

Odamın içinde bir insan silüetini seçebiliyordum ve ardından ateş açtılar. İçeriye atılan yangın bombaları odamı ateşe verdi. Odanın bir köşesinde yatağın arkasında çömelmiştim. Ama bombaları görünce avluya koştum ve dedeme seslendim. Bu, ilk başta kaçırılmış olmamdan korkmuş olan Trotskiy ve Natalya için büyük bir rahatlama oldu.

AW: Yaralandın mı?

EV: Evet, bir kurşun ayağımı sıyırdı ve yerde kan izleri bıraktı. Çok geçmeden saldırganlar kaçtı ve her taraftan sesler geldiğini duyabiliyordum. Tüm aile bir araya geldi ve hepimizin hayatta olduğunu görünce çok sevindiler. Kaybolan genç Amerikalı koruma görevlisi Sheldon Harte dışında herkes. Bu hepimizi çok endişelendirmişti. (Daha sonra öldürülmüş olarak bulundu - AW).

AW: Dedenin suikastı hakkında ne hatırlıyorsun? Suikastçı Jackson'ı tanıyor muydun?

EV: Mercader? Evet, onu hatırlıyorum. Evin çevresinde takılan birkaç kişiden biriydi. Korumalarla ve Rosmerlerle dostane ilişkiler kurmaya büyük özen gösterirdi. Onlara her zaman küçük iyiliklerde bulunur, onları arabasıyla gidecekleri yere bırakır ve bunun gibi şeyler yapardı. Ancak ilk başta bizzat Trotskiy'le tanışmaya yönelik bir ilgi göstermedi.

AW: Bu bir taktik miydi?

EV: Evet öyleydi. Bu, dikkatleri üzerine çekmemeye ve şüphe uyandırmamaya yönelik bir yöntemdi. Sylvia Ageloff adında genç bir Amerikalı Trotskist ile birlikte yaşıyordu ve yoldaşlara büyük hayranlık duyan ve açıkça siyasete karışmadan yardım etmeye istekli biriymiş izlenimini veriyordu. Bunların hepsi bir taktiğin parçasıydı. Bunu aylarca sürdürdü.

AW: Peki, suikastı hatırlıyor musun?

EV: Olay yerine geç vardım. Bütün öğleden sonra okuldaydım ve eve doğru yürürken evin etrafında olağandışı bir hareketlilik fark ettim; insanlar gelip gidiyordu ve dışarıda park etmiş bir araba vardı. Aniden garip bir hisse kapıldım. Bu bir tür ıstırap, bir şeylerin kötü gittiğine dair bir önsezi gibiydi.

İçeri girdim ve çok sayıda insanın büyük bir telaş içinde olduğunu gördüm. Birkaç polis, korumalar tarafından dövülmüş ve kan kaybetmekte olan Mercader'i tutuyordu. Kendinden geçmiş bir hâlde, salya sümük ağlıyordu. Sonra çalışma odasına gittim ve dedemi yerde yatarken gördüm. Anlaşılan beni uzak tutmalarını söylemişti. Son nefesini verirken bir çocuk için bu kadar endişelenmesi beni çok etkiledi. Kısa bir süre sonra ambulans geldi ve onu alıp götürdü.

AW: Şimdi siyaset alanına geçecek olursak, kendini siyasi olarak nasıl tanımlarsın?

EV: Pekâlâ, biliyorsun, ben herhangi bir siyasi partinin üyesi değilim. Ancak kendimi Marksist olarak tanımlıyorum çünkü Marksizm'in modern dünyada geçerli tek siyasi teori olduğunu düşünüyorum.

AW: Peki, aralarında kendi akrabalarının da bulunduğu, yüz binlerce yoldaşın Stalin'in terörü neticesinde yaşamlarını yitirmeleriyle ilgili olarak, onların siyasi rehabilitasyonu için verilen mücadeleye kendi katılımını nasıl tanımlarsın?

EV: Sosyalist düşünceyi samimiyetle savunan herkesin, Rus devriminin tarihi hakkındaki gerçekleri yeniden ortaya koymak, Stalin'in tüm kurbanlarının rehabilitasyonu için mücadele etmek ve Stalinizmin tüm suçlarını ve tahrifatlarını mahkûm etmek gibi ahlaki bir yükümlülük altında olduğuna inanıyorum. Bir daha asla böylesine caniyane bir rejimin, hem de en kötüsü 'sosyalizm' ve 'komünizm' adı altında var olmasına izin verilmemesini sağlamak için mücadele etmek gerekiyor.

AW: Peki ya Moskova duruşmaları?

EV: Tüm bu korkunç yalanların ifşa edilmesi, kınanması ve her bir sayfanın silinip temizlenmesi zorunludur; böylelikle bütün bir devrimci kuşağı karalamak için kullanılmış olan iftiralardan geriye en ufak bir kalıntı bile kalmayacaktır. Bu süreç sonuna kadar devam ettirilmelidir.

AW: Bu davanın uluslararası işçi hareketi içinde giderek daha geniş bir destek gördüğünün farkındasın. Britanya'da Trotskiy ve eski Bolşeviklerin itibarlarının iade edilmesi için büyük bir kampanya başlattığımızı biliyorsun. Britanya'da ve diğer ülkelerde bu doğrultuda mücadele eden yoldaşlara söylemek istediğin bir şey var mı?

EV: Sadece bu faaliyetleri tüm kalbimle desteklediğimi söylemek istiyorum. Bu faaliyetler tüm işçi sınıfı hareketinin sağlığı bakımından temel öneme sahiptir. Tarihin doğru yazılması gerekiyor. Tarihi tahrif edenler sosyalizme ihanet edenler olarak tanımlanmalıdır. Stalinizm, sosyalizm davasının tüm tarihi boyunca uğradığı en ciddi yenilgilerden biri olmuştur. Sosyalizmin eninde sonunda zafere ulaşacağına hiç şüphe yok. Ancak bu, tarihsel süreçte muazzam bir geriye gidişi temsil etmektedir.

AW: Hazır konusu açılmışken, Rusya'daki mevcut durum ve Gorbaçov'un 'reformları' hakkında ne düşündüğünü söyleyebilir misin?

EV: Değişim rüzgarlarının estiğine şüphe yok. Bir değişim söz konusu, ancak bunun ne kadar ileri gideceğini zaman gösterecek. Asıl mesele, tüm sistemin artık çıkmaz bir sokağa girmiş olması. Bu yolda artık daha fazla ilerleyemezler. Bürokratik sistem krizde. Stalin dönemindeki gibi eski açık diktatörlük sistemine geri dönmeleri mümkün değil.

AW: Stalinizm deneyimi ışığında Ekim Devrimi'nin hâlâ haklılığını koruduğunu düşünüyor musun?

EV: Elbette haklıydı! Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, tarihsel süreç şiddetli çalkantılar da dahil olmak üzere, muazzam insani acılar içeren her türlü iniş ve çıkışla doludur. Ancak yine de toplum ileriye doğru hareket eder. Ekim Devrimi, tüm tarih boyunca yaşanmış en büyük olaylardan biriydi. Daha sonra, o dönemde Rusya'daki somut durumdan kaynaklanan farklı bir seyir izlemesi ve devrimin diğer ülkelere yayılmamış olması bu gerçeği hiçbir şekilde değiştirmez. Unutmayın ki Fransa'da da 1789-93 devriminden sonra önemli geriye gidişler oldu, ancak uzun vadede devrim -bu örnekte burjuva devrimi- kendini konsolide etmeyi başardı.

AW: Rusya'daki bürokrasinin kendi kendini ortadan kaldırabileceğine inanıyor musun?

EV: Toplum, sanayiyi işletmek için vasıflı personele, teknisyenlere ve benzerlerine ihtiyaç duyduğu sürece, bürokrasinin oynayacağı önemli bir rol vardır. Sorun, Rusya'da olduğu gibi, bürokrasi muazzam ayrıcalıklar elde ettiği ve kendisini işçi sınıfı tarafından üretilen artığın büyük bir kısmını yutan ve işçilerin sırtından yaşayan yönetici elit haline getirdiği zaman ortaya çıkar.

İktidar, bürokrasinin elinden alınıp bir bütün olarak işçi sınıfının eline geçmelidir. Kırsal kesimdeki proleterleri, teknisyenleri, bilim insanlarını ve modern koşullar altında gerçekten proletaryanın bir parçası olarak görülmesi gereken diğer katmanları da kapsayacak gerçek bir işçi demokrasisi olmalıdır.

AW: Trotskiy Müzesi'nin küratörü olarak üstlendiğin rol hakkında bir şeyler söyleyebilir misin?

EV: Kaynak sıkıntısı çekmemize rağmen, binayı mümkün olduğunca Trotskiy'in burada yaşadığı ve çalıştığı dönemdeki haliyle muhafaza etmeye çalışıyoruz. Burada çalışmak üzere gelen gençlerden yardım görüyoruz. Son zamanlarda Meksika hükümeti de yardım sağlamaya başladı.

AW: Ortalama kaç ziyaretçiniz oluyor?

EV: Günden güne değişiyor, bazen 50, bazen 30 kişi oluyor. Ayrıca 100 ya da 200 kişilik öğrenci grupları da geliyor.

AW: Ziyaretçi defterinde Sovyetler Birliği'nden gelen çok sayıda kişinin imzasının bulunması ve hatta bazılarının destek mesajları bırakmış olması dikkatimi çekti.

EV: Evet, haklısın. Zaman gerçekten de çok değişti! İnsanların düşüncelerini ifade etme konusundaki korkularını yavaş yavaş nasıl üzerlerinden attıklarını görebiliyorsun. Bugünlerde sadece isimlerini yazıp imzalamakla kalmıyorlar, aynı zamanda dediğin gibi mesaj da bırakıyorlar. En sonuncusu, bu yılın başlarında, şöyle diyordu: “Buharin'den sonra SSCB'de itibarı iade edilecek bir sonraki devrimci Lev Trotskiy olacak.”

AW: Bu büyük bir semptomatik önem taşıyor. Peki Buharin'in itibarının iade edilmesi hakkında ne düşünüyorsun?

EV: Bu yönde atılmış bir adım gibi görünüyor, öyle değil mi? Elbette, Buharin'in partinin sağ kanadında yer aldığını ve bu nedenle bürokrasinin onu kabul etmesinin, kendisine ödünsüz bir biçimde muhalefet etmiş olan Lev Trotskiy'e kıyasla çok daha kolay olduğunu unutmamalıyız. Besbelli ki Buharin, kapitalist unsurlara ödün verme politikasıyla Gorbaçov açısından daha kabul edilebilir bir isimdi.

AW: Bir Marksist ve insanlığın sosyalist geleceğine inanan biri olarak, geleceğe dair görüşlerini paylaşmak ister misin?

EV: İnsanlığın kendi içinde uyumlu bir toplum biçimine ulaşması gerektiğinin tartışılmaz bir husus olduğunu düşünüyorum. Milyonlar insani varoluşun asgari gerekliliklerinin sağlanamamasından dolayı ıstırap çekerken, devasa kaynakları israf ederek atomik bir mayın tarlasında yaşamaya nasıl devam edebiliriz?

Teknolojik gelişme düzeyi, tüm insan ırkına bolluk sağlamak için fazlasıyla yeterlidir. Sınıfsal eşitsizliğe ve sömürüye dayalı çağdışı bir toplumsal yapının sürdürülmesi sonucunda yapay kıtlıkların ve muazzam acıların yaşanmaya devam ediyor olması saçma görünüyor. Bilim ve tekniğin gelişimi, uyumlu ve planlı bir temele oturtulduğu takdirde, tüm bu sorunlara kendi içinde bir yanıt sunmaktadır.

AW: Son söz olarak, Britanyalı işçilere ve sosyalistlere bir mesajın var mı?

EV: Sadece onları sosyalizmin bayrağını yükseltmeye, Marksizmin fikirlerine bağlı kalmaya ve gerçek sosyalist toplum için mücadeleden asla vazgeçmemeye çağırmak istiyorum.

21 Aralık 2024

Çeviri:

Esteban Volkov: Büyükada’ya dönüş

Greg Oxley, 1 Şubat 2004

Rus devrimci önder Lev Trotskiy'in torunu Esteban Volkov, kısa bir süre önce Türkiye'ye giderek, dedesinin Sovyetler Birliği'nden sürgün edildikten sonra yaşamış olduğu yerleri ziyaret etme fırsatını buldu. Esteban, özellikle Trotskiy ile kaldığı Büyükada’daki (Prens Adaları) evi 1931-1932 yıllarından bu yana ilk kez görme şansını elde etti. Ağustos 2003'te Fransa üzerinden Grenoble'a doğru yaptığımız yolculuk sırasında Esteban, Türkiye'ye yaptığı seyahatten bahsetti.

“İlk olarak İstanbul'a gittim. Eski Konsolosluk hâlâ yerinde duruyor. LD [Trotskiy] ve Natalya [Sedova, Trotskiy'in eşi] Türkiye'ye ilk geldiklerinde orada kalmışlardı. Bina, tıpkı 1929 yılında olduğu gibi görünüyor. Ayrıca o yılın mart ayında Konsolosluk'tan ayrıldıktan sonra kaldıkları oteli de görebildim. Daha sonra vapurla, nisan ayından itibaren yaşamlarını sürdürdükleri Büyükada’ya gittim.”

“Ada, benim çocukluğumdan bu yana çok değişmiş elbette. Ama hâlâ çok güzel bir yer, tıpkı o zamanlara dair anılarımda olduğu gibi. İskelede, adanın haritasının bulunduğu bir panoya rastladık ve bu haritada 'Trotskiy’in Evi' açıkça belirtiliyordu. Ben de birkaç Türk yoldaşla birlikte evin bulunduğu sokağa doğru yürümeye başladım. Sahile doğru inen bir sokaktı ve çok geçmeden evin denize bakan girişini görebildim. İçeri girdik ve bunca yıldan sonra nihayet evi ve bahçesini yeniden görme fırsatını buldum. Ev, denizin hemen kıyısındaydı ve denize, patika bir yoldan ve birkaç adım atarak yüz yarda* kadar bir mesafeden ulaşılabiliyordu.”


“Benim için duygu yüklü bir deneyimdi. Bu kadar uzun bir aradan sonra bu yere geri dönebilmek! Büyükada’ya LD ve Natalya ile yaşamak üzere Ocak 1931'de geldim. Burayı tekrar görme fırsatını bulacağımı hiç düşünmemiştim. Evin dış duvarları ve ön cephesi, pencereleri ve balkonlarıyla birlikte hâlâ ayakta ve oldukça iyi durumda. Ancak evin içi tamamen çökmüş bir halde. Daha ziyade bombalanmış bir binaya benziyor.”


“O zamanlara dair anılarım şimdi biraz bulanık. Her şeyden önce Natalya'yı hatırlıyorum. Bana çok zaman ayırırdı. Diğer şeylerin yanında bana Rusça okuma ve yazmayı öğretti. Denize düştüğüm günü de hatırlıyorum. Sudaki balıklara ve yengeçlere daha yakından bakma hevesiyle suya düşmüştüm. Neyse ki yakınlarda birkaç yoldaş vardı ve onlardan biri beni denizden çıkarmayı başardı!”


“Evde çıkan yangını da hatırlıyorum. Bu, o zamanlar üzerimde büyük bir etki bırakmıştı. Olay [28 Şubat'ı 1 Mart 1931'e bağlayan] gece meydana geldi. Uyuyordum ve yangın fark edildiğinde yatağımdan sürüklenerek çıkarıldım. Ne yazık ki çok sayıda kitap ve Trotskiy'in arşivinin bir kısmı alevler içinde kaldı. Bu yangında zarar gören bir Rus ansiklopedisi, Trotskiy'in daha sonra Meksika'da yaşadığı evde hâlâ görülebilir. Yıllar sonra, Meksika'daki aynı evde, [24 Mayıs 1940'ta] GPU ajanlarının bizi makineli tüfek ateşiyle öldürmeye çalışmalarının ardından, özellikle arşivleri yok etmek amacıyla yangın bombaları attıkları zaman da benzer bir deneyim yaşadım.”

----------------------------

* 1 yarda, 91.44 santimetreye karşılık gelir. (ç.n.)

Kaynak: "Return to Prinkipo", In Defence of Marxism