04 Ocak 2025

Çeviri:

Bronştayn Ailesi'nin trajedisi

Alain Brossat, 1990

Trotskiy, Paris'te kızı Zinaida ile birlikte (1915)
Kızıl Ordu'nun kurucusu sürgüne gönderildikten sonra Bronştayn ailesine mensup olmak kolay bir şey değildi. Hayatta kalanlar, 1988 yılında Moskova'da bir araya geldiklerinde bedenlerinde yüzyılın felaketinin izlerini taşıyordu.

Aralık 1988'de Trotskiy’in torunu Esteban (Sieva) Volkov, Moskova’da kız kardeşi Aleksandra ve yeğeni Olga ile buluştu. Kanser hastası olan Aleksandra, bu buluşmadan birkaç hafta sonra hayatını kaybetti. [*] 1933’te sürgündeyken intihar eden Zinaida Volkov’un çocukları Sieva ve Aleksandra, Trotskiy’in sürgüne gönderilmesinden sonra birbirlerinden ayrıldıklarında henüz çocuk yaştaydılar.

Bu buluşma, her ne kadar bir tür geç kalmış bir telafi olsa da insanın ağzında acı bir tat bırakıyordu. Tüm bunlar, Pierre Broué’nin çabaları ve hem Meksikalı bir ressam hem de Sieva’nın arkadaşı olan Victor Serge’in oğlunun girişimleri sayesinde gerçekleşti.

Sieva, vizesini almak için uzun süre beklemişti [**] ve kız kardeşiyle buluştuğunda onun ölmek üzere olduğunu biliyordu. Konuştukları ortak bir dil yoktu ve bu beklenmedik aile toplantısında duygularını jestler, hediyeler, fotoğraflar ya da bir çevirmenin yardımıyla ifade ettiler. Her biri, amansız bir kader tarafından kovalanan Bronştayn ailesinin trajedisinin iki farklı yüzünü kendi tarzında temsil ediyordu.

SSCB'de yaşamakta olan Aleksandra, Kızıl Ordu'nun kurucusuyla olan ilişkisinin bedelini uzun yıllara yayılan sürgünlerle ödemişti ve kendi kökleri, 80'li yılların sonuna kadar hem kendisi hem de yakınları için bedeli kan ve gözyaşıyla ödenmiş olan dehşet verici bir aile sırrı olarak kaldı.

Sieva’ya gelince, anadilinden ve doğduğu ülkeden koparılmıştı, büyükbabasının Stalin’in gizli servisi tarafından acımasızca takip edilip öldürülüşüne istemeden de olsa tanıklık etmişti ve bu olay, onun için travmatik bir anıya dönüştüğünden sürekli olarak bundan söz etmekteydi. Sonunda gerçek bir Meksikalı haline geldiyse de bu, bir nevi lanetli hale gelmiş olan “Rus yarısını” kaybetme pahasına olmuştu. Rusçayı unutmuştu – tuhaf bir şekilde dedesiyle Fransızca konuşuyordu- ve 1988-89 kışında Moskova sokaklarındaki perestroyka ajitasyonuna ve başkentteki dükkanların yoksulluğuna şaşırarak ve hatta hayretler içinde kalarak tanık oldu.

Ancak, Memorial Hareketi tarafından düzenlenen “Vicdan Haftası” sergisini habersiz ziyaret ettiği sırada, organizatörlerce adeta yakalanıp alıkonulması ve yüzlerce ziyaretçi ile hareketin sempatizanlarından oluşan hıncahınç dolu bir salona büyük bir saygıyla takdim edilmesi son derece duygusal ve unutulmaz bir andı.

Gergin bir sessizlik içinde büyükbabasının öldürüldüğü koşulları bir kez daha anlattı. Ama söz Ramon Mercader'in kaderine ve Meksika hapishanesinde geçirdiği yılların ardından Moskova'da kendisine verilen nişanlara geldiğinde, sanki bir apse patlamış gibi oldu ve salonda tiksinti ve utanç dolu bir uğultu yükseldi: "Böyle bir şey mümkün mü? Bunu gerçekten biz mi yaptık!" Ardından, tüm Sovyet toplantılarında olduğu gibi, kendisine özenle katlanmış kâğıtlara yazılmış sayısız soru iletildi: tesadüfen bir araya gelmiş ve SSCB’nin 80’li yılların sonlarında geçmekte olduğu kolektif tarihsel psiko-analiz sürecinin etkisi altındaki bu dinleyici kitlesi, Sieva'nın yansıttığı lanetli tarih parçasından kendini bir türlü koparamıyor gibiydi.

Tarihin acımasızlığı, 1958'de doğmuş olan yeğeni Olga üzerinde ise bambaşka bir biçimde hüküm sürüyordu. O zamana kadar ‘kötü’ kökeni, onun gözünde yalnızca annesine pahalıya mal olduğunu çok iyi bildiği, kaderin bir armağanıydı. Bu küçük ‘farklılık,’ onun Rusya'nın başkentindeki herhangi bir genç çalışan annenin sıradan, yani kıtlıklar, uzun kuyruklar, barınma ve ulaşım gibi gündelik zorluklarla dolu bir yaşamı sürdürmesine engel olmamıştı.

“Amerika’daki amcası” Sieva’nın gelişiyle Olga ilk kez Batılılarla tanıştı, Marlboro sigarası içti ve Yuri Afanassiev ile Bernard Guetta gibi tanınmış kişilerle birlikte bir kooperatif restoranında (Sovyet standartlarına göre) ihtişamlı bir yemek yedi. Bu ortamda, tarih ona itibarını iade etmiş ve bir zamanlar sıkıntı kaynağı olan akrabalık bağı artık bir avantaja dönüşerek onu yeniden tanımlamış oldu. Dinledi, konuştu ve Trotskiy’in büyük torunu olarak tanınmaya istekli olduğunu açıkça ortaya koydu.

Ancak geçmişiyle olan bağları tam anlamıyla kopmuştu. Kendisine, İhtiyar’ın fikirlerini onaylıyor musunuz ya da onlara sempati duyuyor musunuz diye sorulduğunda, “Nereden bileyim ki? Yazdıklarının tek bir kelimesini bile okumadım!” yanıtını verdi. Peki, okuyacak mıydı? Elbette, ama ancak Rusça olarak yayımlandıklarında… Fakat bunun olmasını beklerken, işe büyük büyük dedesinin haklarını tam anlamıyla iade etmek ve ona Sovyet vatandaşlığını iade etmekle başlayabilirlerdi.

Olga için sonuçları annesine kıyasla daha az trajik olsa da onun durumunda ampütasyon tam anlamıyla gerçekleşmişti: genç ve 'sıradan' bir Sovyet kadını olan Olga, koşulların zorlamasıyla kendisine aktarılmış olan birkaç aile anısı dışında, dünya kültüründen ve kendi geçmişinden neredeyse tamamen kopuk bir yaşam sürdürmüştü...

Bronştayn ailesinin soy ağacı, esas olarak XX. yüzyılın kıyametlerinin yol açtığı kasvetli trajedilerin yalın bir imgesi olarak okunabilir: yüzyılın tüm büyük felaketleri, aile fertlerinin bedenlerine, dört bir yana dağılmış diasporalarına ve yaşadıkları savrulmalara adeta kazınmıştı.

[*] Doğrusu “birkaç hafta” değil, “birkaç ay” olacak. Bu blogda ABD’deki Socialist Action grubunun önderlerinden Alan Benjamin’in Esteban Volkov’la Aralık 1998’de yaptığı söyleşinin Türkçe çevirisini 2 Ocak 2025 tarihinde yayımladık. Söyleşiyi 1989 yılında ABD’de yayımlanmış olan Gorbachev's U.S.S.R.: Is Stalinism Dead? başlıklı derlemeden aldık. Kitabın editörü Carl Finamore, Volkov’la yapılan söyleşiye şu notu düşmüş: “Saşa, Sieva’nın Sovyetler Birliği’ne geri dönmesinden üç ay sonra, 10 Mart 1989’da öldü.” (k.ü.).

[**] Bu bilgi doğru değil. Volkov aynı söyleşide Benjamin’e vizesini üç gün içinde aldığını söylüyor (k.ü.).

Kaynak: Bu makale, Trotskiy'in ölümünün 50. yıldönümü sebebiyle 1990 yılında Fransa'da yayımlanan Rouge dergisinin özel sayısından alınmıştır. Makalenin İngilizce çevirisi Ted Crawford tarafından yapılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder