Çeviri:
Nathan Steinberger’le söyleşi (1997)
Ulrich Rippert ve Verena Nees’in, Nathan Steinberger’le [*] 1997 yılının Nisan ayında Berlin’deki dairesinde yaptıkları görüşme.
Yaşamın, Stalinizmin trajik deneyimleriyle yakından bağlantılıydı. Hitler’in iktidara gelmesinden bir yıl önce Moskova’ya gitmiştin ve birkaç yıl sonra tutuklanarak yaklaşık 20 yılını Stalinist bir gulagda [**] geçirdin. Neyle suçlanmıştın?
Sorgu tutanaklarına ve hakkımda verilen karara göre, “karşı-devrimci Trotskist faaliyet”le suçlanmıştım. Trotskiy’in Sol Muhalefeti’nin taraftarları, 20’li yıllarda çoktan sürgüne gönderilmiş ya da NKVD’nin (Stalinist gizli polis, KGB’nin selefi) ceza kamplarına yollanmıştı.
1937 yılında neredeyse hepsi idam edilmişti. Ancak Stalinist politikalara karşı eleştirel bir tavrı olduğundan şüphelenilen herkes “Trotskizm”le suçlanıyordu.
Benim “Trotskist faaliyetim”le ilgili sefil “kanıt,” 16 yaşındayken Karl Korsch’un çizgisini benimseyen bir gençlik grubuna katılmış olmamdı. Bu nedenle kısa bir süreliğine KJVD’den [***] ihraç edilmiştim. Korsch, 20’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde Trotskiy’in önderliğindeki Sol Muhalefet’ten yana tavır almıştı.
Sorgu yargıcı, ayrıca erkek kardeşimle benim Nathan Lurje’yi tanıyor olmamızdan yola çıkarak aramızda yasa dışı bir bağlantı olduğu sonucuna varmaya çalıştı. Nathan, 1929’da Berlin’deki öğrenimimin ilk yıllarında Komünist Öğrenciler’in önderliği içinde yer alıyordu ve 1936’da Zinovyev ile birlikte “Trotskist bir suçlu” olarak mahkûm edilmiş ve idam edilmişti.
 |
Nathan Steinberger (1997) |
Benim kaderim bireysel bir kader değildi. Tüm Alman göçmenleri bu kaderi paylaştı ve bu kader, o dönemde Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen, muhtemelen milyonlarca insanın kurban gittiği tasfiyelerin ayrılmaz bir parçasıydı. Büyük halk grupları, tehlikeli addedilen toplumun tüm katmanları, Stalin’in baskısının kurbanı oldu.
Büyük tasfiyeler hakkında biraz daha bilgi verebilir misin?
Sovyetler Birliği’nde 1936 ile 1938 arasında yaşananlar, tek kelimeyle bir katliamdı. Akıl almaz bir şeydi. Yüz binlerce mi yoksa milyonlarca mı insanın öldürüldüğünü söyleyemem. İstatistiksel açıdan bakıldığında, Moskova Duruşmaları sırasında ölüme mahkûm edilenler, toplam kurban sayısının yalnızca çok küçük bir kısmını oluşturuyordu. 55 sanığa yönelik hukuki soruşturmalar, göstermelik yargılamalardı. Hepsi ölüm cezasına ya da uzun süreli kamp cezalarına çarptırıldı ve ardından ya hemen ya da kampta kısa bir süre kaldıktan sonra idam edildi.
Bu göstermelik yargılamalar, yurtdışında her şeyin yasal çerçevede yapıldığı izlenimini yaratmak için kullanıldı. Gerçekte ise sanıklar, NKVD tarafından uzun bir süre boyunca sorgulanarak ve işkence edilerek, birey olarak tamamen yıkıma uğrayıncaya, tükenip bitinceye kadar hazırlanmışlardı. Zinovyev, Kamenev ve diğerleri “itiraflarda bulunduklarında” artık kendileri değillerdi. Birer kuklaya dönüşmüşlerdi.
Stalin’in, Moskova Duruşmaları’nda sergilenen bu trajediyi milyonlarca insan için tekrarlaması mümkün değildi. Tutukluların en az yüzde 80’i hiçbir zaman bir mahkeme salonuna adım atmadı. Sözde özel oturumların ardından bu insanlar, 5 ile 25 yıl arasında değişen sürelerle bir kampta hapis cezasına çarptırıldı.
Ölüm cezası ya da ömür boyu hapis cezası söz konusu olduğunda, anayasaya bağlı kalıyormuş gibi bir görüntü sergiliyorlardı çünkü ölüm cezası yalnızca mahkemelerce verilebiliyordu. Halka kapalı, yarım saat ya da en fazla bir saat süren ve tamamen bir formaliteden ibaret olan duruşmalar düzenliyorlardı. Sanıkların, kendilerine yöneltilen suçlamalar hakkında ifade verme olanağı kesinlikle yoktu. Birinin suçlu olup olmadığı tamamen önemsizdi. Bu mahkemelerde hiç avukat bulunmazdı.
İlk tasfiye dalgası, 1928-29’da zorla kolektifleştirme başladığı sırada gerçekleşti. Bu, köylülere yönelik kanlı bir katliamdı. Kurbanların sayısı ölçülemeyecek kadar fazlaydı. Zorla kolektifleştirme hakkında en ufak bir eleştirel düşünceye sahip olduğundan şüphelenilen herkes tutuklandı, kurşuna dizildi ya da çalışma kampına gönderildi. Ancak Ekim Devrimi sayesinde en nihayet toprak sahibi olabilmiş birçok köylü, bu zorlayıcı önlemlere karşı direndi. Çiftlik hayvanlarını, tarım aletlerini ve hatta tohumlarını sattılar. Tüm tahıl stokları ellerinden alındı. Sonuç olarak, yüz binlerce insanın öldüğü bir kıtlık yaşandı.
1935 yılında başlayan ikinci tasfiye dalgası, esas olarak şehirlerde yaşayan insanları—işçileri, büro çalışanlarını, öğrencileri ve Ekim Devrimi’nin amaçlarına sıkı sıkıya bağlı kalan, Stalinist aygıtla giderek daha açık bir şekilde çatışmaya giren aydınları—vurdu.
Kitlelerin, Sovyet devletinin bürokratik yozlaşmasına yönelik hoşnutsuzluğu, yiyecek ve sınai tüketim mallarındaki kıtlık nedeniyle daha da yoğunlaştı. Ancak bu artan muhalefet, en azından benim bildiğim kadarıyla, açık ayaklanmalar ya da kitlesel grevler şeklinde patlak vermedi. Stalin’in zulmü, ilk olarak eski Bolşevikler ile iç savaşın en zorlu, en güçlüklerle dolu yıllarında partiye girmiş olan Komünistlere yönelmişti.
Stalin, en çok partinin bu içten ve devrimci yüreğinden korkar ve nefret ederdi. Stalin’in diktatörlüğünün kurulmasına karşı çıkan farklı sol ve sağ muhalefet gruplarının önderleri, bu unsurların arasından çıkmıştı.
Genel hoşnutsuzluğun hem partinin geniş kesimlerini hem de nomenklatura’ya (bürokratik aygıt) bağlı kadroları tehdit etmesi üzerine Stalin, ölümcül darbesini indirdi. Bu, ortaya çıkabilecek herhangi bir potansiyel rakibe karşı yürütülen önleyici bir iç savaştı. Stalin’in teorisi ve pratiği buydu: örgütlü muhalefetin olası her kaynağı kökünden sökülmeli ve dalları budanmalıydı.
Stalin, Nazi Almanyası’ndan, Polonya’dan ve diğer ülkelerden gelen göçmenlere, senin ve eşin gibi yabancı Komünistlere neden zulmetti?
Sovyetler Birliği’ne göç etme izni almak büyük bir ayrıcalıktı. Göçmenler, Stalin’e ya da Komintern’e karşı eleştirel bir tavır almıyor, genellikle güvenilir görevliler, parti içi muhalefet gruplarına karışmayan ve parti önderliğine sadık destekçiler oluyorlardı. Siyasi sığınma başvuruları, ancak başvuranların partideki geçmişleri titiz bir incelemeden geçirildikten sonra onaylanıyordu.
Bütün bunlar, bu insanların maruz kaldıkları korkunç zulmü daha da açıklanamaz hale getiriyor. Ancak Stalin’in gözünde, partiye bir devrimci olarak girmiş olan tüm eski Komünistler, partinin çizgisini savunsalar da savunmasalar da potansiyel muhaliflerdi.
Alman Partisi gibi, Stalin’in dış politikası açısından stratejik bir değere sahip olan Polonya Komünist Partisi, tasfiyelerden özellikle ağır bir darbe aldı. 1937 yılında tüm Polonyalı görevliler, Lubyanka’da görüş alışverişi için Moskova’ya çağrıldı ve hiçbiri Lubyanka’dan sağ çıkamadı. 1938 yılında Polonya partisi feshedildi. Polonya partisinin önde gelen üyeleri arasında hayatta kalanlar, yalnızca Polonya’da hapiste oldukları için Moskova’ya gelme davetini kabul edemeyenler oldu.
Oran olarak Alman göçmen grubu küçüktü çünkü Stalin, çok sayıda Alman Komünistinin göç etmesini istemiyordu. Komintern’in 1933 öncesinde Almanya’da uyguladığı ve Hitler’in zaferine katkıda bulunan politikaların eleştirilmesinin ardından bu, onun için zor olacaktı.
1933 ile 1936 arasında, Almanya ve Avusturya’dan Sovyetler Birliği’ne, aileleriyle birlikte yaklaşık 6.000 kişi geldi. Bunların yüzde 80’inin öldüğü kesinlikle söylenebilir. Ben 1 Mayıs 1937’de tutuklandığımda, Alman göçmenlerinin yarısı zaten tutuklanmıştı ve bu oran 1938’de en az yüzde 70’e yükselmişti. Savaşın başlamasıyla birlikte geriye kalan yüzde 30 da tutuklandı ve sürgüne gönderildi. Gulaglara gönderilen arkadaşlarımdan hiçbiri sağ kalmadı. Eşim ve ben, Kolyma’ya ya da diğer sürgün yerlerine veya gulaglara gönderilenler arasında sağ olarak dönebilen çok az sayıdaki insanlardanız.
Nazi Almanyası’ndan kaçıp gelen göçmenlerin çoğu, yanlış ve keyfi bir biçimde, faşist rejime sempati duymakla suçlandı—bu, Gestapo’nun elinden zor kurtulmuş KPD üyelerine yöneltilen tamamen saçma bir suçlamaydı. Hitler hükümeti ve Moskova’daki temsilcileri, Stalin’in Alman mültecilere karşı uyguladığı terörden açıkça memnuniyet duyduğunu gösterdi. Gestapo, faşistlerin “arananlar” listesinin başında yer alan bir dizi üst düzey komünist görevlinin NKVD tarafından öldürüldüğünü şaşkınlıkla fark etti.
Hayatta kalan ve daha sonra DAC’de üst düzey görevler üstlenen Ulbricht ve KPD’nin diğer önderleri bu dönemde ne tür bir rol oynadı?
KPD’nin önde gelen kadroları, Stalin tarafından yok edilmek üzere seçilmişti. Thaelmann’ın Merkez Komitesi üyeleri, Gestapo tarafından olduğu kadar NKVD tarafından da öldürüldü. NKVD ile Gestapo arasındaki bu iş birliği, resmi anlaşmalara dayanmıyordu ancak 1939’da imzalanan Alman-Sovyet Paktı’na giden yoldaki hazırlık önlemleriyle uyumluydu.
Almanya’da sadakatle Stalin’in politikalarını uygulamış olan Thaelmann’a gelince, benim görüşüm, Stalin’in onu yalnızca terk etmekle kalmayıp fiilen Gestapo’ya teslim ettiği yönündedir. Stalin-Hitler Paktı sırasında onu birkaç Nazi ajanıyla değiş tokuş etmek kolayca mümkün olabilirdi. Ancak, daha sonra Sovyet arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gibi, Stalin, Thaelmann’ın eşinin yardım talebini umursamadı.
Sovyetler Birliği’nde hayatta kalmayı başaran Alman parti önderlerinin hepsinin eline kan bulaşmıştı. Kendi hayatlarını, NKVD’nin talimatlarını tek bir protesto sözü etmeden yerine getirerek ve parti üyelerini baskı kurumlarına teslim etmek için gerekli olan her şeyi imzalayarak kurtardılar. Walter Ulbricht bunlardan biriydi ve özellikle iğrenç bir rol oynadı. Aynı şey, Herbert Wehner ve diğerlerinden daha dürüst olan Wilhelm Pieck için de geçerliydi. Pieck, en azından 1945’ten sonra, biz de dahil olmak üzere hayatta kalan parti üyelerinin serbest bırakılmasını sağlamaya çalıştı.
Daha önceki yayınlarında, Stalin’in 1943’te resmen feshedilmeden önce uluslararası Komünist hareketi ve Komintern’i yok etmek için çalıştığını belirtmiştin. Bunu biraz daha açabilir misin?
Solun tüm umudu, dünya devrimine ya da en azından birkaç Avrupa ülkesinde devrimin gerçekleşmesine bağlanmıştı. Bolşevik Parti bir bütün olarak kendisini bu çizgiye adamıştı. Lenin ve diğer önde gelen Bolşevikler, ele geçirdikleri siyasi iktidarın yalnızca ilk adım olduğunun ve ancak yüksek derecede sanayileşmiş ülkeler, tarım ülkesi olan Rusya’nın örneğini izlerse, sosyalist bir toplumsal düzenin inşasına giden yolu açabileceklerinin bilincindeydiler. Halk kitleleri de aynı düşünceyle doluydu ve Komünist Enternasyonal 1919’da bu ruhla kuruldu.
Ancak bir dizi ülkede işçilerin yenilgiye uğramasıyla, daha başka devrimlerin yaşanması umudu ortadan kalktı. Stalin’in zaferi, temelde bu gerçekle bağlantılıydı.
Buharin, muhalefetin son üyesi olarak Siyasi Büro’dan çıkarılıp Komintern Yürütme Komitesi (KEYK) genel sekreterliği görevinden alınınca, Komintern’in fiili liderliği Stalin’in eline geçti. “Tek ülkede sosyalizmi inşa etme” teorisi, yol gösterici ilke olarak ilan edildi ve bu teoriyle birlikte Komintern, Moskova’daki aygıtın dış politikasına tabi hale getirildi.
Öğrenciyken, Sol Muhalefet’in neden “tek ülkede sosyalizm” tezine karşı mücadele ettiğini anlayamıyordum. Ancak daha sonra, bu sorunun Sovyetler Birliği’ndeki egemen katmanla Muhalefet arasındaki gerçek ayrım çizgisini oluşturduğunu fark ettim.
 |
Nathan Steinberger (1997) |
KPD, Komintern içinde Stalin’in çizgisinin etkilerini ilk hisseden parti oldu. Sovyet Komünist Partisi’nin 1928’de zorla kolektifleştirmeyi meşrulaştırmak için yaptığı sola dönüşe uyum sağlayarak, KPD de aşırı sol bir çizgiye yöneldi. Faşizm tehlikesi küçümsendi ve bunun yerine sosyal demokrasinin “sosyal faşizmi” esas tehlike olarak ilan edildi.
Daha sonra, 1933’teki yenilgiden Stalin’in kendisi sorumlu olmasına rağmen, Alman mülteciler suçlandı. Stalin, dış politika söz konusu olduğunda faşizmle kesinlikle çalışılabileceğini düşünüyordu. Tüm “sosyal faşizm teorisi” buna uygun olarak şekillendirilmişti. Stalin’in Mussolini’nin İtalyan faşizmiyle hiçbir çelişkisi yoktu. Elbette, faşizm anti-komünistti, ancak Churchill ve Stresemann da anti-komünistti.
Stalin’e göre, Almanya, İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerdeki emperyal eğilimler birbirinin aynıydı. Bu ülkeler, kimin iktidarda olduğuna bakılmaksızın, Sovyetler Birliği’nin müttefiki ya da hasmı olabilirdi. KPD, Alman Sosyal Demokratları’nın (SPD) “sosyal faşizmi”ne karşı mücadele ederken, Stalin, Alman Reichswehr’in (İmparatorluk ordusu) üst komuta kademesiyle bağlantılar kurmaya çalışıyor ve Polonya’ya karşı iş birliği konusunda gizli görüşmeler yürütüyordu.
Moskova Duruşmaları, Leon Feuchtwanger gibi Komünist partilere üye olan ya da onlara sempati duyan birçok Batı Avrupalı ve Amerikalı aydın tarafından desteklendi. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Böyle davranan yalnızca Feuchtwanger değildi. Romain Rolland, Ernst Bloch ve başkaları da bu grupta yer alıyordu. Öncelikle, Moskova Duruşmaları’na tanık sıfatıyla katılmaları başlı başına skandaldı. Nasıl tanık olabilirlerdi ki? Feuchtwanger Rusça bile bilmiyordu. Tutuklularla doğrudan konuşma veya bağımsız bilgi edinme imkânları yoktu. Diyelim ki Rusça biliyorlardı, yine de yalnızca resmî olarak yayımlananları öğrenebilirlerdi. Bizim tanıdığımız hiç kimse sanıkların sözde itiraflarına inanmadı. Ama Bloch ve Feuchtwanger inanmak istediler.
Stalinizmin, Ekim Devrimi ve Bolşeviklerin politikalarıyla birlikte başladığı ve Ekim Devrimi’nin bir devrim değil, bir darbe olduğu yönündeki yaygın görüş hakkında ne düşünüyorsun?
Her şeyden önce, özellikle 1928-1929'dan sonra yaşananlar, 1917 Ekim Devrimi ile taban tabana zıttı. Ekim Devrimi, halkın gerçekleştirdiği gerçek bir devrimdi; bir darbe değildi. Bolşevikler yalnızca işçilerin değil, o dönemde nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin de güvenini kazanmayı başarmıştı. Köylülerin taleplerine uyum sağladılar. Büyük toprak sahiplerinin mülklerinin köylülere devredilmesi, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinin ardından toplanan ilk Sovyet Kongresi tarafından kararlaştırıldı. Buna karşılık, Stalin’in rejimi köylülerin kanlı bir şekilde bastırılmasıyla pekiştirildi.
Bana göre asıl can alıcı nokta, buna karşı koyabilecek örgütlü bir Solun bulunmamasıydı. 1928’den önce Trotskiy’e destek verenlerin çoğu zaten sürgüne gönderilmiş, partiden ihraç edilmiş ve hapsedilmişti. Yine de Solda yer alanların zorla kolektifleştirmenin ne anlama geldiğini o tarihte tam olarak kavrayamadıklarını düşünüyorum.
Sağ muhalefetin lideri Buharin de bunu anlayamadı. Zorla kolektifleştirmenin bir çılgınlık olduğunu görmesine rağmen, bu Stalinist girişimin daha derinde yatan anlamını kavrayamadı. Stalin’in önceliği, köylülerin ve işçi sınıfının muhalefetinin birleşmesini önlemekti. Dolayısıyla, köylü direnişinin ortadan kaldırılması, Ekim Devrimi’nin köklerine indirilen bir darbe oldu.
Stalinizmi Bolşevizmin doğal bir sonucu ve devamı olarak açıklamak—ki bu yaygın bir görüştür—gerçeğin bütünüyle çarpıtılmasıdır. Stalinist darbe, Ekim Devrimi’nin ideallerinin tasfiyesi anlamına geliyordu.
Trotskistler, her zaman Stalinist bürokrasinin Sovyetler Birliği’ni yıkacağı ve kapitalizmi restore edeceği konusunda işçileri uyardı. Bu, 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla gerçekleştiğinde, ortada hiçbir muhalefet yoktu. Bu gelişme hakkında ne düşünüyorsun?
İşte hiç kimsenin sormadığı büyük soru bu. Faşizmi yenmiş olan güçlü Sovyetler Birliği çöktü ve hiç kimse onu savunmak için ayağa kalkmadı. Verilebilecek tek cevap şudur: çöktü, çünkü bu bir Stalinist rejimdi. Stalinizm, sistemin içinde yeni ve ilerici bir şeyler geliştirebilecek tüm bu güçleri yok etmiş ve etkisiz hale getirmişti.
Sovyetler Birliği’nde her şey Marksist bir ölçüye uygunmuş gibi görünebilir: sermaye kamulaştırılmış, Muhalefet bastırılmış ve her şey sosyalizm olarak tanımlanmış. Ardından “faşizme karşı zafer” geldi. Ancak olanları bu şekilde görmek saflık olur. Kamulaştırılmış mülkiyet, sosyalizmle aynı şey değildir. Bu tür yanılsamalar Stalinizm konusundaki kafa karışıklıklarının oluşmasında büyük rol oynadı.
1955’te, itibarın iade edildikten sonra eşin ve kızınla birlikte Berlin’e geri döndün. O dönemde DAC’de koşullar nasıldı ve ne tür deneyimler yaşadın?
DAC, Sovyetler Birliği model alınarak kurulmuştu. Ancak Sovyetler Birliği, açık bir şehir olan Berlin’de göstermelik duruşmalar düzenleyemedi. DAC’de, SSCB’de olduğu gibi sözde bir planlı ekonomi vardı—Sovyetler Birliği’ne kıyasla birkaç fark ve belirli ayrıcalıklar söz konusuydu; çünkü buradaki sanayi, Sovyetler Birliği’nin tedarikçisi olarak işlev görüyordu. Sovyet ekonomisi hammaddelere ve geniş bir savaş sanayisine sahipti, ancak imalat sanayi düşük bir düzeydeydi. Sovyetler füze yapabiliyordu ama tava üretemiyordu.
DAC’yi, belki de Stalinizmin en korkunç özelliklerinden yoksun, Stalinist türde bir sosyalizm olarak tanımlayabilirim. İçeride, planlı ekonominin tamamen boş olduğu ortadaydı. Bu durum, rekabetle karşı karşıya kalındığında açıkça görüldü. Rekabete ayak uyduramadı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki pazarını kaybetti ve çöktü.
DAC’nin aksine, Sovyetler Birliği’nde işçiler Ekim Devrimi sırasında aktif bir şekilde ilk işçi devletini inşa etmeye giriştiler. DAC’de ise kamulaştırma tepeden aşağıya doğru gerçekleştirildi. Bu açıdan aralarında önemli bir fark görüyor musun?
Evet, elbette. Ekim Devrimi ve iç savaş, geniş işçi kitleleri ile kendilerini Enternasyonal’in öncüsü olarak gören parti üyeleri tarafından desteklendi. Ancak DAC en başından itibaren bir aldatmaca üzerine kurulmuştu. İşte bu yüzden bugün DAC’den geriye hiçbir şey kalmadı.
1955 Noel’inde Berlin’e döndüğümde, Hruşçov’un iktidarı altında sözde yumuşama dönemi yaşanıyordu. Batı Berlin’e gitmeyi hiç düşünmedik. Stalin’in ölümünün mutlaka sosyalizmin yeniden canlanmasını sağlayacağına inanıyorduk. Stalin gitmişti ve Ulbricht’in yerine başka birinin getirilmesi planlanıyordu. Biz ve Gulag’dan sağ çıkan herkes çok sıcak bir şekilde karşılandı. Ben hemen planlama komisyonu başkan yardımcılığı görevine atandım. Ancak, Sovyet kamplarında yaşadıklarımız hakkında hiçbir şey söylemememiz gerekiyordu.
Ardından Macaristan’daki ayaklanma bastırıldı ve Stalinizmin sona ereceği, sosyalizmin ise yeniden canlanacağına dair umutlar yok oldu. Ulbricht bir kez daha dizginleri ele geçirmişti. Planlama komisyonundaki işimi kaybettim. Neyse ki nomenklatura içinde bir pozisyona uygun görülmedim.
Ben anti-Stalinist olduğumu hiçbir zaman gizlemedim. Bu yüzden beni övgülerle akademik kariyere yönlendirdiler ve Meissen, Potsdam ve nihayet Berlin-Karlshorst’ta ekonomi profesörü oldum.
Elbette beni gözetim altına aldılar. Birleşmenin ardından (1990’da), Doğu Alman gizli polisinin faaliyetlerini araştırmak amacıyla Bonn hükümeti tarafından kurulan "Gauck Bürosu"ndan eski Stasi dosyalarımızı alan ilk kişiler arasındaydık. Bu dosyalardan açıkça görülüyor ki hakkımda soruşturma açma girişimleri olmuş. Ancak 20 yıl Sovyet çalışma kamplarında kalmış birine dava açmak onlar açısından fazlasıyla riskliydi. Yahudi olduğumu göz önünde bulundurarak, muhtemelen bana Siyonist etiketi yapıştırmayı düşünmüşlerdir.
Diğer pek çok kişiden farklı olarak, yaşadıklarına rağmen sosyalist inançlarına bağlı kaldın. Seni buna ikna eden neydi?
Tam da bir sosyalist olarak kaldığım için Stalinizmin açık bir karşıtıyım. Sovyetler Birliği, anti-komünistlerin her zaman iddia ettiği gibi sosyalist bir devlet olduğu için değil, tam tersine, sosyalist olan her şey Stalin tarafından yok edildiği için çöktü. Stalin, sosyalizmi en iğrenç şekilde itibarsızlaştırdı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından işçi hareketinin yaşadığı krizin en önemli sebeplerinden biri oldu.
Stalin’in düşüncelerinin gerçek sosyalizmle hiçbir ortak yanı yoktu. Örneğin, kolektifleştirme öncesinde köylüler arasında kooperatifleri, tarım komünlerini ve ortak mülkiyet temelinde tarımı savunan akımlar vardı. Bunlardan biri, Lenin’in teşvikiyle benim arkadaşım Fritz Platten tarafından örgütlenen İsviçre komünüydü. Bu komün, çoğu çiftçi olmayan, ancak sosyalist ütopya fikrine inanan bir grup İsviçreli yoldaştan oluşuyordu. Lenin onlara şöyle demişti: "Traktörlerinizi getirin ve bu işin nasıl doğru şekilde örgütlenebileceğini gösterin." Başka birçok komün örneği de vardı; örneğin Christen’inki.
Stalinist kolektifleştirme, Lenin’in düşünceleriyle çok bariz bir biçimde çelişiyordu. Zorla kolektifleştirmenin ilk adımı, komünlerin derhal dağıtılması ve mülklerinin devlete devredilmesi oldu. O dönemde İsviçre komününden sorumlu olan yoldaş, bu uygulamayı protesto etmek için doğrudan Moskova’ya gitti.
Stalin tarafından sık sık tekrarlanan alıntılardan biri Marx'ın sosyalizm ve komünizm arasında yaptığı ayrımla ilgiliydi. Bu alıntı şöyle sunulurdu: sosyalizm, eşitlikçiliğe karşı mücadeledir; gerçek sosyalist eşitliği garanti eden komünizm ise bulutların üstünde yer alan bir şeydir. Bu, Stalin’in Marksist alıntıları kullanma biçiminin tipik bir örneğidir.
Bugün sosyalizm kavramı çok sorunlu hale geldi. Gericilik, her anti-kapitalist harekete sosyalist ya da Stalinist diyerek bu sorunu daha da derinleştiriyor. Bu da sosyalizm ile Stalinizm arasındaki farkları netleştirmeyi her zamankinden daha önemli kılıyor.
Sosyalist olmak ne anlama gelir? Öğrencilerime sık sık bu soruyu sorardım. Hiçbiri yanıt veremezdi. Sosyalizmin gerçekte ne olduğunu anlamak istiyorsan Marx’a dönmen gerekir.
Marx, sosyalizmin özgürlük, eşitlik ve kardeşliği temsil ettiğini söylemişti. Bugün kardeşlik yerine dayanışma denebilir. Bu, gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik anlamına gelir ve yalnızca burjuva çerçeveyi, yani sadece hukuki eşitliği kabul etmekle sınırlı değildir. Sosyalizm, özgürlük ve eşitlik kavramlarıyla tamamen iç içedir.
Kaynak: “An interview with Nathan Steinberger (1997)”, World Socialist Web Site
[*] Nathan Steinberger, 26 Şubat 2005’te 94 yaşında Berlin'deki bir hastanede hayata gözlerini yumdu. (k.ü.)
[**] Gulag, Rusça "Glavnoe Upravlenie Lagerei" ifadesinin kısaltmasıdır ve "Kamplar Ana İdaresi" anlamına gelir. Bu kamplar, siyasi mahkûmların ve diğer suçluların insanlık dışı koşullar altında, zorla çalıştırıldıkları yerlerdi. (k.ü.)
[***] Kommunistischer Jugendverband Deutschlands (Almanya Komünist Gençlik Birliği); Alman Komünist Partisi'nin gençlik kolu. (k.ü.)