28 Şubat 2025

Stalin's massacre of foreign communists

A photograph from the Second Congress of the Comintern
In the latter half of the 1930s, the Soviet bureaucracy under Joseph Stalin's leadership executed a significant portion of the prominent figures of the October Revolution. This wave of counter-revolutionary violence, which lasted from 1936 to 1939, claimed the lives of nearly one million people. Among the victims of Stalinist terror, were numerous foreign communists as well.

So far, Tarih-Siyaset-Ekonomi [History-Politics-Economics] has published two texts concerning foreign communists who fell victim to Stalinist terror in the Soviet Union: An interview with Nathan Steinberger (1997) and The other three comrades. This article, however, aims to present a broader perspective on the subject.

During those years, nearly half of the regimes in Europe were fascist or semi-fascist totalitarian states. Many communists, socialists, and individuals with democratic leanings fled these oppressive regimes and sought refuge in the Soviet Union. Additionally, there were numerous internasyonalistı who had served in the Red Army and the War Commissariat and chose to remain in the Soviet Union after the civil war instead of returning to their home countries.

Therefore, in the 1930s leading up to the Great Terror, tens of thousands of foreign communists and communist sympathizers were living in the Soviet Union. However, many of them faced severe repression and lost their lives during the purges of 1936-39 and the subsequent waves of Stalinist terror, both large and small.

Unfortunately, there are no available sources in Turkish on the terror faced by foreign communists in the Soviet Union. Among the English-language sources I have examined, the most comprehensive work on this subject is Branko Lazitch’s article titled Stalin's Massacre of the Foreign Communist Leaders. [(Ed.) M. Drachkovitch and B. Lazitch, The Comintern: Historical Highlights, Essays, Recollections, Documents, New York: Praeger, 1966, pp. 139–183.]

Below is a "condensed" summary based on this article. Who knows, perhaps one day it will be my fortune to translate Lazitch’s article, which examines this issue in far greater detail, into Turkish.

Among the foreign communists subjected to Stalinist terror from the second half of the 1930s onwards, those from certain countries -particularly Scandinavians, the British, and the French- had a higher chance of survival compared to others. The primary reason for this was that the prosecution or disappearance of communists from these countries would have sparked international protests.

Many foreign communists who were members of the Zimmerwald Left -the precursor to the Third International and a movement that left a significant historical legacy for the international socialist workers' movement- fell victim to Stalinist terror. Among them were Bronski, Warszawski, Horwitz, Fürstenberg, Stein-Krajewski, Lewinson, Platten, Peluso, Koritshener, Münzenberg, and Berzin.

All top leaders of the Yugoslav Communist Party, with the exception of Tito, were branded as “enemies and spies” and executed.

As Nathan Steinberger noted in the aforementioned interview, the entire leadership of the Polish Communist Party was wiped out: Leszczyhinski, Prochniak, Stein, Heryng, Bortnowski, Lauer, Amsterdam, Krolikowski, Dabal, Lancucki, Ciszewski, Wroblewski, Bobinski, and Sochacki-Czeszejko.

After long and gruelling years in forced labour camps, only two of the leaders of the Hungarian Revolution -comprising Béla Kun and his 11 comrades- survived.

Four members and two candidate members of the Politburo of the German Communist Party (KPD) fell victim to Stalinist terror: Hugo Eberlein, Leo Flieg, Hermann Remele, Hermann Schubert, Fritz Schulte, and Heinz Neumann. Grete Wilde, the leader of the Communist Youth League, lost her life in a forced labour camp. Heinrich Sübkind, Max Hölz, and Max Levien were three other prominent German communists among the victims.

In the years following Stalin's death, only a handful of foreign communists -Béla Kun [*] and a few Polish and Yugoslav communists- were rehabilitated. The Stalinist bureaucracy desired the names of the others to be forgotten in the dark pages of history.

Béla Kun's mugshot taken by the NKVD following his arrest in 1937
[*] When Kun was politically rehabilitated in 1956, the Communist Party of the Soviet Union misinformed its ally, the Hungarian Socialist Workers' Party, claiming that Kun had died of natural causes in prison on 30 November 1939. In 1989, the Soviet government revealed that Kun had in fact been executed in the Gulag on 29 August 1938 -more than a year earlier than the date they had provided in 1956.

26 Şubat 2025

Stalin'in yabancı komünistlere yönelik katliamı

Komintern'in İkinci Kongresi'nden bir görüntü
1930'lu yılların ikinci yarısında, Sovyetler Birliği'nde Joseph Stalin’in liderliğindeki Sovyet bürokrasisi Ekim Devrimi'nin önde gelen kadrolarının büyük bir kısmını katletti. 1936'dan 1939'a kadar süren bu karşı-devrimci şiddet dalgasında yaklaşık bir milyon insan öldürüldü. Stalinist terörün kurbanları arasında çok sayıda yabancı komünist de yer alıyordu.

Tarih-Siyaset-Ekonomi’de bugüne kadar Sovyetler Birliği’nde Stalinist terörün kurbanı olan yabancı komünistlere değinen iki metin yayımladık: Nathan Steinberger’le söyleşi (1997) ve Diğer üç yoldaş. Bu yazı ise konuyla ilgili daha geniş bir çerçeve sunmayı amaçlıyor.

O yıllarda Avrupa'daki rejimlerin yaklaşık yarısı faşist ya da yarı-faşist totaliter rejimlerdi. Pek çok komünist, sosyalist ve demokratik düşünce yapısına sahip insan, bu baskıcı rejimlerden kaçarak Sovyetler Birliği’ne sığınma arayışına girmişti. Ayrıca, iç savaşın ardından Kızıl Ordu ve Savaş Komiserliği’nde görev yapmış ve ülkelerine dönmeyerek Sovyetler Birliği’nde kalan birçok internasyonalistı da bulunuyordu.

Dolayısıyla, Büyük Terör’ü önceleyen 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği’nde on binlerce yabancı komünist ve komünizm sempatizanı yaşıyordu; ancak bu insanların çoğu, 1936-39 tasfiyeleri ve onu izleyen irili ufaklı Stalinist terör uygulamaları sırasında ağır baskılara uğradı ve hayatını kaybetti.

Sovyetler Birliği’nde yabancı komünistlerin maruz kaldığı terör konusunda Türkçe kaynak bulmak ne yazık ki mümkün değil. İncelediğim İngilizce kaynaklar arasında bu konuyu en kapsamlı biçimde ele alan çalışma, Branko Lazitch’in Stalin’s Massacre of the Foreign Communist Leaders [Stalin'in Yabancı Komünist Liderlere Yönelik Katliamı] başlıklı makalesidir. [(Der.) M. Drachkovitch ve B. Lazitch, The Comintern: Historical Highlights, Essays, Recollections, Documents içinde, New York, Praeger, 1966, s. 139-183.]

Aşağıda, bu makaleyi esas alarak yapılmış, “sıkıştırılmış” bir özet yer alıyor. Kim bilir, belki bir gün Lazitch’in bu konuyu çok daha ayrıntılı bir biçimde ele alan makalesini Türkçeye çevirmek de kısmet olur.

1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren Stalinist teröre maruz kalan yabancı komünistler arasında bazı ülkelerden gelenlerin -özellikle İskandinavyalıların, İngilizlerin ve Fransızların- hayatta kalma şansı diğerlerine göre daha yüksekti. Bunun başlıca nedeni, bu ülkelerden gelen komünistlerin kovuşturmaya uğramalarının veya kaybedilmelerinin uluslararası protestolara yol açacak olmasıydı.

Uluslararası sosyalist işçi hareketine çok önemli bir tarihsel miras bırakan ve Üçüncü Enternasyonal’in öncülü olan Zimmerwald solunun üyesi birçok yabancı komünist Stalinist terörün kurbanı oldu. Bunlar arasında Bronski, Warszawski, Horwitz, Fürstenberg, Stein-Krajewski, Lewinson, Platten, Peluso, Koritshener, Münzenberg ve Berzin yer alıyordu.

Tito hariç Yugoslav Komünist Partisi'nin tüm üst düzey önderleri “düşman ve casus” ilan edilerek infaz edildi.

Nathan Steinberger’in yukarıda bahsi geçen söyleşide belirttiği gibi, Polonya Komünist Partisi’nin önderlerinin tamamı ortadan kaldırıldı: Leszczyhinski, Prochniak, Stein, Heryng, Bortnowski, Lauer, Amsterdam, Krolikowski, Dabal, Lancucki, Ciszewski, Wroblewski, Bobinski ve Sochacki-Czeszejko.

Zorunlu çalışma kamplarında geçen uzun ve yıpratıcı yılların ardından Macar Devrimi’nin önderlerinden Béla Kun ve 11 yoldaşından yalnızca ikisi hayatta kalabildi.

Alman Komünist Partisi (KPD) politbürosunun dört üyesi ve iki aday üyesi Stalinist terörün kurbanı oldu: Hugo Eberlein, Leo Flieg, Hermann Remele, Hermann Schubert, Fritz Schulte ve Heinz Neumann. Komünist Gençlik Birliği lideri Grete Wilde zorunlu çalışma kampında hayatını kaybetti. Heinrich Sübkind, Max Hölz ve Max Levien ise kurbanlar arasında yer alan diğer üç önde gelen Alman komünistiydi.

Stalin’in ölümünü izleyen yıllarda, yabancı komünistlerden yalnızca Béla Kun [*] ile birkaç Polonyalı ve Yugoslav komünistin itibarı iade edildi. Stalinist bürokrasi, diğerlerinin adlarının tarihin karanlık sayfalarında unutulmasını arzu ediyordu.

Béla Kun'un 1937'de tutuklandıktan sonra NKVD tarafından çekilmiş sabıka fotoğrafı
[*] 1956'da Kun'un siyasi itibarı iade edildiğinde, Sovyetler Birliği Komünist Partisi müttefiki Macaristan Sosyalist İşçi Partisi'ne yanlış bilgi verdi ve Kun'un 30 Kasım 1939'da hapishanede eceliyle öldüğünü söyledi. Sovyet hükümeti 1989'da Kun'un aslında Gulag'da yani 1956'da verdikleri tarihten bir yıldan fazla bir süre önce, 29 Ağustos 1938'de idam edildiğini açıkladı.

23 Şubat 2025

Mihri Belli and the Greek Civil War: Stalinism, Internationalism, and Social-Patriotism

Mihri Belli, one of the most prominent figures of Stalinism in Turkey, describes in his memoirs the circumstances and psychological state under which he voluntarily participated in the Greek Civil War (1946-1949) as follows: 

At that time, I was reading the memoirs of guerrilla leaders from the Second World War, one after another. Vershigora, Kovpak… what extraordinary men they were! In that atmosphere, I decided to volunteer for Greece. I expressed my desire to both Bulgarian and Greek comrades. Coincidentally, the Greeks were planning to publish a newspaper in the mountains for the Turkish minority in Thrace, and they were looking for a Turk with sufficient theoretical training. My application coincided with their need. That’s how I found myself on the path to the mountains of Greece. (…) I was the only foreigner to have fought in the ranks of the Democratic Army during the 1946-49 Greek Civil War. A Turk. There was never an international brigade in this war. Against the royalist fascist army, sustained by the British military occupation and the control and administration of the US, the Greek patriots fought drawing strength from their own people. (İnsanlar Tanıdım: Mihri Belli’nin Anıları, vol: I, Doğan Kitap, Istanbul, 1990, pp. 276-277).

We must give credit where credit is due. In those years, Turkish Stalinists did not even consider participating in the Greek Civil War—let alone rising to a command position, getting wounded, or returning to the battlefield after undergoing arduous surgeries without fully recovering. They did not even contemplate observing this war unfolding right next to them. Although a penchant for adventure played a decisive role, the mere fact that he single-handedly participated in this war is enough to place Mihri Belli in a somewhat unique category within Turkish Stalinism, without a doubt.

However, decades after participating in the Greek Civil War, when writing his memoirs, Mihri Belli fails to ask himself the following questions: 

Why was there never an international brigade in the Greek Civil War? Or why did the Communist Party of Turkey (TKP)—as did the so-called socialist countries, primarily the Soviet Union, and all other Stalinist parties and organisations worldwide—show no interest in a civil war taking place in a neighbouring country?

As a Stalinist, Belli could not have posed these questions and attempted to answer them honestly, for doing so would have meant he could no longer remain a Stalinist. 

Instead of engaging in such questioning, Belli proudly emphasises that the Greek “patriots” fought an indigenous and national war against the royalist fascist army supported by imperialist powers. Having remained loyal to Stalinism until his last breath, Belli implies that this was, in fact, a more ideal and desirable situation. As he did throughout his political life, even while writing his memoirs, he holds aloft the banner of social-patriotism in opposition to internationalism.

22 Şubat 2025

Mihri Belli ve Yunan İç Savaşı: Stalinizm, Enternasyonalizm ve Sosyal-Yurtseverlik

Türkiye’de Stalinizmin en önde gelen isimlerinden biri olan Mihri Belli, anılarında Yunan İç Savaşı’na (1946-1949) hangi koşullar altında ve nasıl bir psikoloji içinde gönüllü olarak katıldığını şu şekilde anlatır:

O sıra birbiri ardından İkinci Dünya Savaşı’nın gerilla liderlerinin anılarını okuyordum. Versigora’ların, Novpak’ların… ne adamlardı onlar! Bu hava içinde Yunanistan’a gönüllü gitmeye karar verdim. İstemimi hem Bulgar hem Yunan arkadaşlara açtım. Tam o sırada Yunanlılar Trakya’daki Türk azınlık için dağda bir gazete çıkarmayı tasarlıyorlar, bunun için yeterli teorik formasyonda bir Türk arıyorlarmış. Benim başvurumla onların istemi çakıştı. Yunanistan dağlarının yolunu tutmam böyle oldu. (…) 1946-49 Yunan İç Savaşı’nda Demokratik Ordu saflarında savaşmış olan tek yabancı bendim. Bir Türk. Bu savaşta hiçbir zaman bir enternasyonal tugay olmadı. İngilizlerin askeri işgali ve ABD’nin denetim ve yönetimi altındaki Yunanistan’da yabancıların çok yönlü sınırsız yardımıyla ayakta duran kralcı faşist orduya karşı, Yunanistan yurtseverleri kendi halklarından güç alarak savaştılar. (İnsanlar Tanıdım: Mihri Belli’nin Anıları I, Doğan Kitap, İstanbul, 1990, s. 276-277).

Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir. O yıllarda Türkiyeli Stalinistler, bırakın Yunan İç Savaşı’nda yer almayı, bu savaşta komutanlığa yükselmeyi, yaralanmayı ve zorlu ameliyatlar geçirip tam olarak iyileşmeden savaş alanına geri dönmeyi; hemen yanı başlarında yaşanan bu savaşı izlemeyi bile akıllarından geçirmiyorlardı. Macera düşkünlüğü belirleyici bir rol oynamış olsa da tek başına bu savaşta yer almış olması bile Mihri Belli’yi Türkiye Stalinizmi içinde bir ölçüde kendine özgü bir kategori hâline getirmeye yeterlidir, hiç kuşkusuz.

Ancak Yunan İç Savaşı’na katıldıktan on yıllar sonra, anılarını kaleme alırken Mihri Belli’nin aklına şu soruları sormak gelmiyor:

Peki, ama Yunan İç Savaşı’nda neden hiçbir zaman bir enternasyonal tugay olmadı? Ya da başta Sovyetler Birliği olmak üzere sözde sosyalist ülkeler ve dünya üzerindeki diğer tüm Stalinist parti ve örgütler gibi Türkiye Komünist Partisi (TKP) neden Türkiye’nin sınır komşusu olan bir ülkede yaşanan iç savaşa hiç ilgi göstermiyordu?

Bir Stalinist olarak Belli, bu soruları soracak ve bunlara dürüstçe cevap vermeye çalışacak olsa Stalinist olarak kalamazdı elbette.

Böyle bir sorgulamaya girişmek yerine, Belli emperyalist güçlerden destek alan kralcı faşist orduya karşı Yunanistan “yurtseverlerinin” yerli ve millî bir savaşa giriştiğini gururla belirtiyor. Son nefesine kadar Stalinizme bağlılığını sürdürmüş olan Belli, bunun aslında daha ideal, arzu edilir bir durum olduğu imasında bulunurken, tüm siyasi yaşamı boyunca yaptığı gibi anılarını yazarken de enternasyonalizme karşı sosyal-yurtseverliğin bayrağına sarılıyor.

19 Şubat 2025

Çeviri:

Lev Trotskiy konuşuyor: “Tarih boyunca gerek niyet gerekse uygulanış bakımından Moskova duruşmalarından daha korkunç bir suç yoktur”

Trotskiy, Stalinist Moskova Duruşmalarını kınayan ve suçlamaları araştırmak üzere bağımsız Dewey Komisyonu'nun kurulması çağrısını duyuran bu konuşmayı Ocak 1937'de Meksika'dan yaptı.


Lev Trotskiy, 30 Ocak 1937

Saygıdeğer Dinleyiciler:

Çok kusurlu İngilizcemle yapacağım bu kısa konuşmama, Meksika halkına ve onları büyük bir erdem ve cesaretle yöneten Başkan Cárdenas’a içten teşekkürlerimi sunarak başlamamı eminim anlayışla karşılayacaksınız. Bana ve aileme korkunç ve saçma suçlamalar yöneltildiğinde, eşim ve ben kendimizi savunamadan Norveç hükümeti tarafından adeta kilit altına alınmıştık. Ancak Meksika hükümeti bize bu muhteşem ülkenin kapılarını açtı ve şöyle dedi: “Burada haklarınızı ve onurunuzu özgürce savunabilirsiniz!” Hiç şüphesiz, Başkan Cárdenas’ı bu tutumu almaya iten şey bana ve benim fikirlerime duyduğu sempati değil, kendi fikirlerine olan bağlılığıdır. İşte bu yüzden, günümüzde son derece nadir rastlanan bu demokratik misafirperverlik, daha da takdire şayandır!

Stalin’in bana karşı açtığı dava, egemen kliğin çıkarları doğrultusunda, modern engizisyon yöntemleriyle zorla alınan sahte itiraflar üzerine inşa edilmiştir. Tarihte gerek niyet gerekse uygulanış bakımından, Moskova’daki Zinovyev-Kamenev ve Pyatakov-Radek davalarından daha korkunç bir suç yoktur. Bu davalar komünizmden veya sosyalizmden değil, Stalinizmden, yani bürokrasinin halk üzerindeki despotizminden kaynaklanmaktadır! 

Peki, bu durumda benim en temel görevim nedir? Gerçeği açığa çıkarmak. Gerçek suçluların, aslında suçlayıcı maskesi altında saklandığını göstermek ve kanıtlamak. Bu doğrultuda atılacak bir sonraki adım nedir? Tartışmasız bir otoriteye ve kamuoyunun güvenine sahip kişilerden oluşan bir Amerikan, bir Avrupa ve ardından uluslararası bir soruşturma komisyonunun oluşturulması. Böyle bir komisyona, düşünce ve eylemlerimin gelişimini günbegün eksiksiz bir biçimde yansıtan tüm dosyalarımı, binlerce kişisel ve açık mektubumu sunmayı taahhüt ediyorum. Saklayacak hiçbir şeyim yok! Yurtdışında bulunan onlarca tanık, Moskova’daki düzmece davalara ışık tutacak paha biçilmez bilgi ve belgelere sahiptir. Soruşturma komisyonunun çalışmaları, büyük bir karşı-dava ile sonuçlanmalıdır. Bu karşı-dava, içinde yer aldığımız atmosferi yalan, iftira, tahrifat ve komploların mikroplarından arındırmak için gereklidir. Ve tüm bunların kaynağı ise, Nazi Gestaposu seviyesine düşmüş olan Stalin’in polisi, yani GPU’dur.

Saygıdeğer dinleyiciler! Fikirlerim ve kırk yıllık siyasi faaliyetlerim hakkında çok farklı görüşlere sahip olabilirsiniz. Ancak tarafsız bir soruşturma ne kişisel ne de siyasi onurumda en ufak bir leke bulunmadığını teyit edecektir. Haklı olduğuma duyduğum derin inançla, Yeni Dünya’nın vatandaşlarını yürekten selamlıyorum.

Lev Trotskiy, Meksiko'da kamera karşısında konuşmasını yaparken

16 Şubat 2025

Çeviri:

Trump'ın gümrük vergisi öfke nöbetleri

Michael Roberts

Geçen hafta sonu Başkan Donald Trump, ABD'nin en yakın ticaret ortakları olan Kanada ve Meksika'dan ithal edilen mallara yönelik bir dizi gümrük vergisi artışı açıkladı. Kanada'dan yapılan petrol ithalatı için daha düşük bir oran uygulanmak üzere, tarifelerde %25'lik bir artış getirdi. Ardından, Çin'den ithal edilen tüm ürünlere uygulanan gümrük vergilerinin %10 oranında artırılacağını duyurdu. Böylece Trump, yeni bir ticaret savaşının fitilini ateşlemiş oldu.

Ne var ki, bunu yapar yapmaz geri adım attı. Trump, Kanada ve Meksika’ya yönelik gümrük vergisi artışlarını bir ay ertelediğini açıkladı. Gerekçe olarak, bu ülkelerin hükümetlerinin, her yıl 200 bin Amerikalının ölümüne yol açtığını öne sürdüğü fentanil kaçakçılığına karşı önlem almayı kabul etmesini gösterdi. Oysa bu rakamın gerçekle ilgisi yoktur; zira her yıl aşırı dozdan hayatını kaybeden Amerikalıların sayısı, tüm kimyasallar dahil olmak üzere, 100 bini bile bulmamaktadır. ABD-Kanada sınırından yapılan fentanil kaçakçılığı, özellikle Meksika sınırındaki uyuşturucu kartellerinin faaliyetleriyle kıyaslandığında, son derece sınırlıdır. Üstelik, Meksika Devlet Başkanı Sheinbaum’un Trump’a hatırlattığı gibi, kartellerin şiddet yöntemlerini kullanabilmelerinin nedeni, ABD’de Amerikalılar tarafından yürütülen silah kaçakçılığıdır.

Kanada ve Meksika hükümetleri, kaçakçılığı durdurmak için sınırlara asker sevkiyatı yapmayı ve ABD ile daha fazla ortak uyuşturucu karşıtı operasyon gerçekleştirmeyi vaat ederek Trump ile hızla bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Bu da Trump’ın gümrük vergisi hamlesini ertelemesi için yeterli olmuş gibi görünüyor; ancak Çin’e yönelik gümrük vergileri yürürlükte kalacak (yoksa Çin’de uyuşturucu mu bulunmuyor?). Bunun yanı sıra, bugüne kadar ithalat vergisinden muaf tutulan düşük tutarlı ürünler de gümrük sistemine dahil edilecek. Bu da Amerikalıların internet üzerinden yurt dışından yaptıkları alışverişleri olumsuz yönde etkileyecek.

Peki, bu maskaralıklardan ne öğrenebiliriz? Gümrük vergisi artışı tehdidi, yalnızca diğer ülkeleri Trump’a taviz vermeye zorlamak için mi kullanılıyor? Yoksa tüm bunların arkasında tutarlı bir ekonomi politikası mı yatıyor?

Bu deliliğin altında yatan bir yöntem var. Trump, dış politikada Amerikan şirketleri ve hane halkları için yabancı malların ithalat maliyetini artırarak Amerika’yı "yeniden büyük" yapmayı ve böylece talebi azaltıp ABD’nin dünyanın geri kalanıyla olan büyük ticaret açığını küçültmeyi hedefliyor. Hedefi, bu açığı kapatmak ve yabancı şirketleri ABD’ye ihracat yapmak yerine ülkede yatırım yapmaya ve faaliyet göstermeye zorlamak.

Grafik Başlığı: ABD Mal Ticareti Dengesi - Milyon ABD Doları
Bunun Amerikalıların gelirlerini ve istihdamı artıracağını düşünüyor. Ek gümrük vergisi gelirleriyle hükümet, gelir ve kurumlar vergisini asgari düzeye indirmek için yeterli fona sahip olacak. (Hatta Trump, gelir vergisini tamamen kaldırmayı düşündüğünü söylüyor.) Eğer plan buysa, gümrük vergileri er ya da geç tamamen uygulanacak ve Çin muhtemelen daha da büyük bir artışla karşı karşıya kalacak demektir.

Trump korumacı gümrük vergisi önlemlerini hayata geçirirse, bunun ticaret ve ABD ekonomisi üzerindeki etkisi ne olur? Mevcut planlanan gümrük vergileri, 1,3 trilyon dolarlık ABD ticaretini etkileyecek ve ülkenin toplam ithalatının %43’ü bu durumdan etkilenecek.

Grafik Başlığı: Kanada, Meksika ve Çin ABD Ticaretinin Neredeyse Yarısını Oluşturuyor
Alt Başlık: ABD'nin mal ticareti, 2023

Trump'ın 2016-20 döneminde ilk kez uygulamaya koymaya başlamasından itibaren gümrük vergilerindeki kümülatif artışlar, 1969’dan bu yana görülmemiş, yani 20’nci yüzyılın sonundaki küreselleşme yıllarında GATT ve DTÖ'nün uluslararası tarife indirimlerinden hemen önceki seviyelere ulaşacaktır.

Grafik Başlığı: Trump'ın Gümrük Tarifeleri, Tüm İthalatta Ortalama Gümrük Oranını 1969'dan Beri Görülmemiş Seviyelere Çıkaracak
Alt Başlık: Tüm İthalatta Ortalama Gümrük Oranı, 1821-2023 Arası Tarihsel Oranlar, 2024 için Tahmini Oran, Trump'ın Önerilerine Göre 2025 için Tahmini Oran
Aslında gümrük vergileri, ithal mallar üzerinden alınan ve doğrudan ABD hazinesine giren bir vergidir. Kanada ve Meksika’dan yapılan ithalata uygulanacak %25’lik gümrük vergisi, ABD’li otomobil üreticilerinin maliyetlerini artıracaktır. Bu verginin, ABD’de her yıl satılan 16 milyon otomobilin bazılarının fiyatını 3.000 dolara kadar artırması bekleniyor. Meksika, ABD’ye taze sebze-meyvenin %60’ından fazlasını sağladığı için gıda maliyetleri de artacaktır.

Grafik Başlığı: GM, Meksika'nın En Büyük Otomobil Üreticisi Olarak Öne Çıkıyor
Alt Başlık: Üreticiler geçen yıl ABD'ye yaklaşık 2,77 milyon araç ihraç etti
Kesin etkisi, gümrük vergilerinin ne kadar süre yürürlükte kalacağına ve diğer ülkelerin misilleme yapıp yapmayacağına bağlıdır. Çin şimdiden bir dizi misilleme önlemi açıkladı. Çin Ticaret Bakanlığı, ülkenin tungsten, tellür, rutenyum, molibden ve rutenyumla ilgili ürünlerin ihracatına kısıtlama getireceğini duyurdu. Bunlar, teknoloji ürünlerinde temel bileşenlerdir. Çin ayrıca sıvılaştırılmış doğal gaza %15 vergi getirmeyi planlıyor.

ABD'de gümrük vergileri artırılmaya devam ederse, yurtiçi fiyatlar yükselecek ve enflasyon üzerinde yukarı yönlü baskı oluşacaktır. Buna karşı dengeleyici bir etken mevcut. ABD doları diğer ticaret para birimleri karşısında güçlenirse, ithalatın dolar cinsinden maliyeti düşecek ve bu da ithalat vergilerinin fiyatlara etkisini azaltacaktır. Ancak büyük olasılıkla ABD'de enflasyon yükselişe geçecektir. Zaten enflasyon yeniden yükselmeye başlamıştı. Gümrük vergilerindeki artışlar, 2025'te enflasyonu %3'ün üzerine çıkaracaktır.

Grafik Başlığı: ABD Enflasyon Oranı - Yüzde
ABD merkezli bir "düşünce kuruluşu" olan Vergi Politikası Merkezi [Tax Policy Center], gümrük vergilerinin tam olarak uygulanması halinde Amerikalı ortalama hane halkının vergi sonrası gelirinin 2026 yılına kadar %1 ya da 930 dolar azalacağını tahmin ediyor. Bunun nedeni, tüketici fiyatlarının %0,7 artacak ve reel GSYİH'nin %0,4 azalacak olmasıdır. Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü [Peterson Institute for International Economics] ise gümrük vergilerinin ABD ekonomisini gelecek yıl %0,25, uzun vadede ise %0,1 daraltacağını öngörüyor. Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü'nün direktörü Adam Posen, "Trump’ın izlediği politikalar yüksek enflasyon riski taşıyor" dedi. "Görünüşe göre, Trump için üretimi teşvik etmek ve ABD'nin ticaret ortaklarına sert davranmak, işçi sınıfının satın alma gücünden daha öncelikli."

Trump, gümrük vergilerinden elde edilecek ek gelirin vergi indirimleri için kullanılacağını ve bunun hane halkı gelirlerine katkı sağlayacağını öne sürüyor. Ancak gümrük vergilerinden elde edilecek bu ek gelirin yılda yalnızca 150 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor. Gelir vergisi indirimleri ise esas olarak yüksek gelir gruplarına yarar sağlarken, enflasyondaki artış düşük gelirli kesimleri olumsuz etkileyecektir.

Gümrük vergisi artışlarının ekonomik büyümeyi azaltması halinde, ABD ekonomisinin diğer büyük ekonomilere kıyasla sahip olduğu sözde görece başarı tehlikeye girecektir. ABD'nin reel GSYİH büyümesi, 2024 yılının sonunda yıllık %2,3 seviyesine geriledi. Gümrük vergisi önlemleri, bu yıl ve gelecek yıl büyüme oranını daha da aşağı çekecektir.

Grafik Başlığı: ABD GSYİH Yıllık Büyüme Oranı - Yüzde
Trump gümrük vergilerini uygulamaya koyarken, ABD'de enflasyon yükseliyor ve üretim artışı yavaşlıyor. 

Trump'ın gümrük vergisi artışlarından etkilenen ülkeler ağır bir darbe alacak. Peterson Enstitüsü'ne göre, “ikinci Trump yönetimi boyunca ABD'nin GSYİH'si, gümrük vergileri olmasaydı ulaşacağı seviyeden yaklaşık 200 milyar dolar daha düşük olacak. Daha küçük bir ekonomiye sahip olan Kanada, 100 milyar dolar kaybedecek. Gümrük vergileri en yüksek seviyeye ulaştığında ise Meksika ekonomisinin büyüklüğü, temel tahmine kıyasla yüzde 2 oranında küçülecek.” Nitekim JP Morgan ekonomistleri, bu önlemlerin (zaten zayıf durumda olan) Kanada’yı ve Meksika’yı doğrudan bir resesyona sürükleyebileceğini öngörüyor.

Grafik Başlığı: Kanada ve Meksika'ya Uygulanacak %25'lik Gümrük Tarifeleri, GSYİH'de Düşüşe ve Enflasyonda Artışa Neden Olacak
Alt Başlık: Diğer Senaryolara Kıyasla Daha Düşük GSYİH ve Daha Yüksek Enflasyon
Çin üzerinde oluşacak etki, gümrük vergisi artışlarının büyüklüğüne bağlı olacaktır. Şu anda oran sadece %10, ancak Trump bunun eninde sonunda %60’a çıkacağını söyledi. ABD, Çin'e %10 ek gümrük vergisi uygular ve Çin de aynı şekilde karşılık verirse, ikinci Trump yönetimi boyunca ABD'nin GSYİH’si 55 milyar dolar, Çin’in ise 128 milyar dolar azalacaktır. Enflasyon ABD’de 20 baz puan, Çin’de ise başlangıçta bir düşüş yaşandıktan sonra 30 baz puan artacaktır.

Grafik Başlığı: Çin'e Ek %10'luk Gümrük Vergisi Hem ABD Hem de Çin Ekonomisine Zarar Verecek
Alt Başlık: Çin'in Misilleme Yapması ve Yapmaması Durumunda Temel Tahminlere Göre 2024-2040 Arasındaki Yüzde Değişim Projeksiyonları
Bu tahminler, gümrük vergisi önlemlerinin uygulanacağı varsayımına dayanmaktadır. Şimdiye kadar Trump, ticari “ortaklarıyla” pazarlık taktiklerini sürdürürken bunların uygulanmasını erteledi. Ancak Trump’ın, AB’den yapılan tüm ithalata gümrük vergisi getirmeyi planladığını da akılda tutmak gerekir.

Sonuç olarak, tüm tarafların misilleme amacıyla gümrük vergilerini ve diğer korumacı önlemleri artırması, dünya ticaretini ve ekonomik büyümeyi zayıflatacaktır. Dünya ticaretindeki büyüme, 2023'teki daralmanın ardından 2024'te kısmi bir toparlanma gösterdi. Trump'ın gümrük vergileri, bu toparlanmanın önünü tamamen kesecektir.

Grafik Başlığı: 2024'te Küresel Mal ve Hizmet Ticareti İstikrarlı Büyüme Gösterdi
Alt Başlık: Mal ve Hizmet Ticaretinin Değerindeki Yıllık Büyüme, 2019 1. Çeyrek -2024
1930'larda ABD'nin sanayi tabanını Smoot-Hawley tarifeleriyle [*] koruma girişimi, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya'yı saran Büyük Buhran'ın bir parçası olarak üretimde daha fazla daralmaya yol açtı. Büyük şirketler ve onların desteklediği ekonomistler Smoot-Hawley önlemlerini kınadı ve uygulanmasına karşı yoğun bir kampanya yürüttü. Henry Ford, dönemin Başkanı Hoover’ı bu önlemleri “ekonomik bir aptallık” diyerek veto etmesi için ikna etmeye çalıştı. Benzer sözler şimdi de büyük iş dünyasının ve finansın sesi olan Wall Street Journal’dan geliyor; gazete Trump’ın gümrük vergilerini “tarihteki en sersemce ticaret savaşı” olarak nitelendirdi.

1930'ların Büyük Buhranı, ABD'nin 1930'da başlattığı korumacı ticaret savaşının sonucu değildi; ancak gümrük vergileri, ülkelerin “herkes kendi başının çaresine baksın” anlayışına yönelmesiyle küresel daralmayı daha da şiddetlendirdi. 1929 ile 1934 yılları arasında, ülkelerin misilleme amaçlı ticaret önlemleri almasıyla küresel ticaret yaklaşık %66 oranında daraldı.

Trump, Amerika'yı dünyanın geri kalanı pahasına “yeniden büyük yapmak adına” neo-liberal küreselleşme ve serbest ticaret politikalarından vazgeçmiş olsa da ülke içindeki neo-liberal politikaları terk etmedi. Büyük şirketler ve zenginler için vergiler düşürülecek; ancak federal hükümet borcunu azaltmak ve kamu harcamalarını kısmak da hedeflenecek (tabii ki savunma harcamaları hariç). Bu yıl ABD'nin bütçe açığı neredeyse 2 trilyon dolar olacak ve bunun yarısından fazlası net faiz ödemelerinden oluşacak –ki bu miktar, Amerika'nın savunma harcamalarına ayırdığı tutara yakın. ABD'nin toplam kamu borcu şu anda 30,2 trilyon dolar seviyesinde, yani GSYİH'nin yüzde 99'una karşılık geliyor. ABD'nin borcunun GSYİH'ye oranı, yakında İkinci Dünya Savaşı sırasında gördüğü zirveyi aşacak. Kongre Bütçe Dairesi, 2034 yılına kadar ABD kamu borcunun 50 trilyon doları aşacağını tahmin ediyor –bu, GSYİH'nin yüzde 122,4'üne denk geliyor. ABD, yalnızca faiz ödemeleri için yılda 1,7 trilyon dolar harcayacak.

Trump, Elon Musk’a federal hükümet harcamalarında sert kesintiler yapması, bakanlıkları kapatması (muhtemelen Eğitim Bakanlığı’nı) ve “israfı azaltmak” adına binlerce kamu çalışanını işten çıkarması için tam yetki verdi. Musk’ın karşılaştığı sorun, “israfın” ve harcamaların büyük bölümünün aslında savunmaya ayrılmış olması; ancak yine de sivil hizmetleri ve hatta Medicare [**] gibi hak temelli programları tırpanlamaya devam edecek gibi görünüyor.

Trump, devletin olabildiğince büyük bir kısmını "özelleştirmeyi" hedefliyor. Trump yönetiminin Personel Yönetimi Dairesi’nden yapılan açıklamada, "Sizi, özel sektörde mümkün olduğunca erken zamanda bir iş bulmaya teşvik ediyoruz" denildi. Trump'a göre, kamu sektörü verimsizdir; ancak elbette finans sektörü öyle değildir. "Amerika'nın refahını artırmanın yolu, insanları kamu sektöründeki düşük üretkenliğe sahip işlerden özel sektördeki daha yüksek üretkenliğe sahip işlere geçmeye teşvik etmekten geçiyor." – ancak bu harika işlerin hangileri olduğu henüz tanımlanmış değil. Dahası, ticaret savaşı şiddetlendikçe özel sektör büyümeyi durdurursa, bu yüksek üretkenliğe sahip işler hiçbir zaman ortaya çıkmayabilir.

Kaynak:Trump’s tariff tantrums”, Michael Roberts Blog – blogging from a Marxist economist

[*] 1930 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde kabul edilen bu tarifeler, ülkenin sanayisini korumak amacıyla ithalat vergilerini yükseltti. Ancak, bu önlemler uluslararası ticarette gerilim yarattı ve Büyük Buhran'ı daha da kötüleştirdi. (k.ü.)

[**] Medicare: Amerika Birleşik Devletleri'nde 65 yaş ve üstü kişiler ile belirli genç engelli bireylere sağlık sigortası sağlayan federal bir programdır. (k.ü.)

12 Şubat 2025

Çeviri: 

Yapay Zekâ DeepSeek ile yeni bir boyut kazanıyor

Michael Roberts

Çoğu okuyucu bu haberi muhtemelen duymuştur. Çinli bir YZ [yapay zekâ] şirketi olan DeepSeek, OpenAI, Anthropic ve Meta gibi şirketlerin en iyi modelleriyle karşılaştırılabilir yeteneklere sahip, ancak çok daha düşük bir maliyetle ve en gelişmiş GPU çiplerini kullanmadan eğitilen R1 adlı bir YZ modeli yayımladı. DeepSeek, modelin detayları konusunda kamuoyuna yeterli düzeyde açıklama yaptı; böylece dileyen herkesin bu modeli kendi bilgisayarında ücretsiz olarak çalıştırması mümkün.

DeepSeek, ABD’nin Muhteşem Yedili adı verilen yedi büyük teknoloji devini suyun altından vuran bir torpido gibi oldu. DeepSeek, Nvidia’nın en yeni ve en gelişmiş çiplerini ve yazılımlarını kullanmadı; Amerikalı rakiplerinin aksine YZ modelini eğitmek için devasa harcamalar yapmamasına rağmen, kullanıcılara aynı derecede faydalı uygulamalar sunuyor.

DeepSeek, R1’i, ABD yaptırımlarının Çin’e ihracatına izin verdiği Nvidia’nın daha eski ve daha yavaş çipleriyle geliştirdi. ABD hükümeti ve teknoloji devleri, daha iyi çipler ve YZ modelleri üretmenin yüksek maliyetleri nedeniyle YZ geliştirme alanında tekele sahip olduklarını düşünüyordu. Ancak DeepSeek’in R1 modeli, daha sınırlı bütçeye sahip şirketlerin de yakında rekabetçi YZ modelleri geliştirebileceğini gösteriyor. R1, son derece düşük bir bütçeyle ve çok daha az bilgi işlem gücüyle çalıştırılabiliyor. Üstelik, kullanıcıların modeli sorgulayıp yanıt aldığı süreç olan “çıkarım” [inference] konusunda rakipleri kadar başarılı. Ayrıca, her türlü şirketin sunucusunda çalıştırılabiliyor; böylece OpenAI gibi şirketlerden yüksek fiyatlarla hizmet kiralamaya gerek kalmıyor.

En önemlisi, DeepSeek’in R1 modeli "açık kaynak" bir model, yani kodlama ve eğitim yöntemleri herkes tarafından kopyalanıp geliştirilebiliyor. Bu, OpenAI ya da Google’ın Gemini’sinin kârlarını maksimize etmek için "kara kutu" içinde sakladıkları sırlara büyük bir darbe indiriyor. Bu durum, markalı ve jenerik ilaçlar arasındaki farkla kıyaslanabilir.

ABD’li YZ şirketleri ve yatırımcıları için en büyük sorun, yeterince başarılı sonuçlar elde etmek için pahalı çiplerle dolu devasa veri merkezleri inşa etmenin aslında gerekmeyebileceğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Bugüne kadar ABD’li şirketler devasa harcama planlarını büyütüyor ve bunun için milyarlarca dolar fon toplamaya çalışıyordu. Nitekim, tam da DeepSeek’in R1 modelinin gündeme oturduğu pazartesi günü, Meta 65 milyar dolarlık yeni bir yatırım yapacağını duyurdu. Üstelik yalnızca birkaç gün önce Başkan Trump, Stargate adlı proje kapsamında teknoloji devlerine 500 milyar dolarlık devlet sübvansiyonu sağlayacağını açıklamıştı. İşin ironik yanı, Meta CEO’su Mark Zuckerberg’in yatırım gerekçesini şu sözlerle açıklamasıydı: "Küresel yapay zekâ standardını Çin değil, ABD belirlemeli." Aman Tanrım.

Grafik Başlığı: Şekil 2: Muhteşem Yedili Şirketlerin Sermaye Harcamaları ve Hisse Senedi Fiyat Endeksi
Şimdi yatırımcılar, bu harcamaların gereksiz olabileceğinden ve daha da önemlisi, DeepSeek’in yapay zekâ uygulamalarını onda bir maliyetle sunabilmesi hâlinde Amerikan şirketlerinin kârlılığının ciddi şekilde zarar görebileceğinden endişe ediyor. YZ’ye odaklanan en büyük beş teknoloji hissesinin -çip üreticisi Nvidia ile hiper ölçekli bulut sağlayıcılar olarak adlandırılan Alphabet, Amazon, Microsoft ve Meta Platforms’un- piyasa değeri bir gün içinde toplamda neredeyse 750 milyar dolar azaldı. Üstelik DeepSeek, Muhteşem Yedili’nin “devasa ölçek büyütme” hamlesinden faydalanmayı bekleyen veri merkezi şirketleri ile su ve elektrik işletmelerinin kârlarını da tehdit ediyor. ABD borsa rallisi büyük ölçüde bu yedi dev teknoloji şirketi üzerinde yoğunlaşmış durumda.

Grafik Başlığı: Grafik 28: ABD ve ABD Dışı Küresel Hisse Senetleri (görece fiyat performansı, USD)
Alt Başlık: ABD hisselerinde Dünya'nın Geri Kalanına karşı 75 yılın zirvesi

Peki, DeepSeek ABD teknoloji hisselerindeki devasa borsa balonunu patlattı mı? Milyarder yatırımcı Ray Dalio öyle düşünüyor. Financial Times'a verdiği demeçte, “Fiyatlar zaten yüksek seviyelere ulaşmış durumda ve aynı anda faiz oranı riski de söz konusu. Bu ikisinin birleşimi balonu patlatabilir… Şu anda piyasa döngüsünde bulunduğumuz nokta, 1998-1999 dönemine çok benziyor” dedi. "Başka bir deyişle, dünyayı kökten değiştirecek ve kesinlikle başarılı olacak büyük bir yeni teknoloji var ortada. Ancak bazıları, bunun yatırımların da başarılı olacağı anlamına geldiğini sanıyor.”

Grafik Başlığı: Bu bir Dot-com balonu analoğu mu? 2000'de Cisco ve 2025'te Nvidia karşılaştırması

Ne var ki durum, en azından şimdilik, böyle olmayabilir. YZ çipi üreticisi Nvidia’nın hisse fiyatı bu hafta düşmüş olsa da “özel” kodlama dili Cuda hâlâ ABD’de sektör standardı olmaya devam ediyor. Hisseleri yaklaşık %17 değer kaybetmiş olsa da bu sadece fiyatının Eylül ayındaki (çok ama çok yüksek) seviyesine geri dönmesi anlamına geliyor.

Grafik Başlığı: Nvidia Hisse Senedi Fiyatı

Trump’a yaranmaya çalışan teknoloji oligarklarını asıl öfkelendirmesi gereken şey, ABD’nin Çinli şirketlere uyguladığı yaptırımların ve çip ihracatına getirdiği yasakların, Çin’in ABD ile yürüttüğü teknoloji ve çip savaşında ilerleme kaydetmesini engelleyememiş olmasıdır. Çin, Biden yönetiminin en güçlü çiplere ve bunları üretmek için gereken gelişmiş araçlara erişimini kesmek amacıyla getirdiği ihracat kontrollerine rağmen YZ alanında teknolojik sıçramalar yapmayı sürdürüyor.

Çin’in teknoloji devi Huawei, “çıkarım” çipleri konusunda Nvidia’nın Çin’deki en büyük rakibi olarak öne çıktı. Şirket, DeepSeek de dâhil olmak üzere YZ şirketleriyle iş birliği yaparak, Nvidia GPU’larında eğitilen modelleri kendi Ascend çiplerinde çıkarım yapabilecek şekilde uyarlıyor. Pekin’deki bir yarı iletken yatırımcısı, “Huawei giderek güçleniyor. Hükümet, büyük teknoloji şirketlerine kendi çiplerini satın alıp çıkarım için kullanmaları gerektiğini söylediğinden, ellerine önemli bir fırsat geçti” diyor.

Bu, Çin’in teknolojiye ve teknoloji becerilerine yönelik devlet öncülüğündeki planlı yatırımlarının, büyük sermaye sahipleri tarafından yönetilen devasa özel teknoloji devlerine bel bağlamaktan çok daha iyi sonuç verdiğinin bir başka göstergesi. Ray Dalio’nun dediği gibi: “Sistemimizde genel olarak, hükümetin zorunlu kıldığı ve yönlendirdiği faaliyetlerin yer aldığı, daha çok bir sanayi kompleksi modeline doğru ilerliyoruz, çünkü bu konu son derece önemli… Tek başına kapitalizm -yalnızca kâr dürtüsü- bu savaşı kazanamaz.”

Bununla birlikte, YZ devleri henüz Titanic gibi batmış değil. [*] Veri merkezlerine ve daha gelişmiş çiplere milyarlarca dolar akıtarak ölçek büyütmeye devam ediyorlar. Bu da bilgisayar gücünü katlanarak tüketiyor.

Grafik Başlığı: YZ modelleri giderek daha fazla işlem gücü tüketiyor
Alt Başlık: Eğitim işlem gücü, logaritmik ölçek (exaFLOP cinsinden)
Ve elbette, ana akım iktisatçıların kibarca “dışsallıklar” [bir faaliyetin çevreye veya topluma dolaylı etkileri (k.ü.)] olarak adlandırdığı unsurlar dikkate alınmıyor. Goldman Sachs’ın bir raporuna göre, bir ChatGPT sorgusu, bir Google aramasından yaklaşık 10 kat daha fazla elektrik tüketiyor. YZ sohbet botlarının enerji kullanımına dair kabaca bir hesap yapan araştırmacı Jesse Dodge, “ChatGPT’ye yapılan bir sorgu, yaklaşık 20 dakika boyunca bir ampulü yakmaya yetecek kadar elektrik kullanıyor” diyor. “Dolayısıyla, milyonlarca insanın her gün bunu kullandığını düşünürseniz, ortaya gerçekten devasa bir elektrik tüketimi çıkıyor.” Daha fazla elektrik tüketimi, daha fazla enerji üretimi ve özellikle fosil yakıt kaynaklı sera gazı emisyonlarının artması anlamına geliyor.

Google, 2030 yılına kadar net sıfır emisyona ulaşmayı hedefliyor. Şirket, 2007’den bu yana emisyonlarını dengelemek için satın aldığı karbon kredileri sayesinde operasyonlarının karbon nötr olduğunu öne sürüyordu. Ancak 2023 itibarıyla Google, sürdürülebilirlik raporunda artık “operasyonel karbon nötrlüğünü sürdürmediğini” açıkladı. Yine de şirket, 2030’daki net sıfır hedefi doğrultusunda çalışmalarına devam ettiğini belirtiyor. Dodge, “Google’ın asıl motivasyonu, mümkün olan en iyi YZ sistemlerini inşa etmek” diyor. “Ve bunun için, YZ sistemlerini giderek daha büyük veri merkezlerinde -hatta süper bilgisayarlarda- eğitmek gibi, muazzam miktarda elektrik tüketimine ve dolayısıyla yüksek CO2 emisyonlarına yol açan faaliyetlere büyük kaynaklar ayırmaya hazırlar.”

Bir de su meselesi var. ABD, kuraklık ve orman yangınlarıyla mücadele ederken, YZ şirketleri çipleri korumak için mega veri merkezlerini soğutmak amacıyla büyük miktarda yeraltı suyu çekiyor. Dahası, Silikon Vadisi şirketleri, su tedarik altyapısının kontrolünü giderek daha fazla ele geçirerek kendi ihtiyaçlarına öncelik tanıyor. Araştırmalara göre, Microsoft’un veri tesislerinde ChatGPT-3’ü eğiten makineleri soğutmak için yaklaşık 700 bin litre su kullanılmış olabilir.

YZ modellerinin eğitimi, bir Avrupa şehrinin tükettiği enerjinin 6 bin katı kadar enerji harcıyor. Ayrıca, lityum ve kobalt gibi mineraller en çok otomotiv sektöründeki bataryalarla ilişkilendiriliyor olsa da bunlar veri merkezlerinde kullanılan bataryalar için de hayati öneme sahip. Bu minerallerin çıkarılması genellikle yüksek su tüketimi gerektirir ve bu da kirliliğe yol açarak su güvenliğini tehdit edebilir.

Open AI’nin bir zamanlar kâr amacı gütmeyen kahramanı olan, ancak artık Microsoft’un kârını maksimize etmeye çalışan Sam Altman, evet, ne yazık ki kısa vadede bazı "ödünleşmeler" gerekli olacak diyor. Ancak ona göre, sözde YGZ’ye ulaşmak için bu fedakârlıklardan kaçınılamaz. Altman, YGZ’nin ileride tüm bu sorunları çözeceğini öne sürerek, ortaya çıkan “dışsallıkların” göz ardı edilmesini makul görüyor.

YGZ mi? Peki, bu ne anlama geliyor? Yapay Genel Zekâ (YGZ), YZ geliştiricileri için kutsal kâse niteliğinde bir hedef. Bu, YZ modellerinin insan zekâsını katbekat aşan bir "süper zekâ" seviyesine ulaşması anlamına gelir. Altman, bu gerçekleştiğinde YZ’nin yalnızca tek bir çalışanın işini değil, tüm çalışanların işini yapabileceğini iddia ediyor: "YZ bir organizasyonun tüm işlerini yapabilir." Bu, YZ makinelerinin her alanda işletme, geliştirme ve pazarlama süreçlerini tamamen devralarak, şirketlerdeki (hatta YZ şirketlerindeki?) çalışanları gereksiz hale getirip kârlılığı en üst düzeye çıkaracağı anlamına geliyor. Bu, sermayenin kıyamet rüyasıdır (ancak emek için bir kâbustur: iş yok, gelir yok.)

Bu nedenle, Altman ve diğer YZ devleri, DeepSeek mevcut modellerini geride bıraktı diye veri merkezlerini genişletmekten veya daha gelişmiş çipler geliştirmekten vazgeçmeyecek. Araştırma şirketi Rosenblatt, teknoloji devlerinin vereceği tepkiyi şöyle öngörüyor: “Genel olarak, harcamaları kısmaktan ziyade, yapay genel zekâya daha hızlı ilerleyerek becerilerini geliştirmeye odaklanmalarını bekliyoruz.” Süper zeki YZ hedefine giden yolda hiçbir şey onlara engel olmamalı.

Bazıları, YGZ’ye ulaşma yarışını insanlık için bir tehdit olarak görüyor. Berkeley'deki California Üniversitesi'nde bilgisayar bilimleri profesörü olan Stuart Russell şöyle diyor: “Bu yarışa katılan CEO'lar bile, kazanan kim olursa olsun, sürecin insanlığın yok olmasına neden olma ihtimalinin yüksek olduğunu söylüyor. Çünkü kendimizden daha zeki sistemleri nasıl kontrol edeceğimizi bilmiyoruz." Ve ekliyor: "Başka bir deyişle, YGZ yarışı uçurumun kenarına doğru koşulan bir yarış."

Belki öyledir; ancak insan zekâsının yerini makine zekâsının alabileceğinden hâlâ şüpheliyim, çünkü ikisi temelde farklıdır. Makineler, potansiyel ve niteliksel değişimleri kavrayamaz. Oysa yeni bilgi, mevcut bilginin genişletilmesinden (makinelerden) değil, böylesi dönüşümlerden (insandan) doğar. Yalnızca insan zekâsı toplumsaldır ve değişim potansiyelini –özellikle de insanlık ve doğa için daha iyi bir yaşama yol açan toplumsal değişimi– görebilir.

DeepSeek’in ortaya çıkışı, YZ’nin insanlığa ve toplumsal ihtiyaçlara hizmet edebilecek bir düzeye kadar geliştirilebileceğini gösterdi. Ücretsiz, açık kaynaklı ve en küçük ölçekli kullanıcılar ile yazılım geliştiricileri için erişilebilir durumda. Kâr ederek ve kâr elde etmek amacıyla geliştirilmedi. Bir yorumcunun dediği gibi: “Sanat yapabilmem ve yazı yazabilmem için YZ’nin çamaşırlarımı ve bulaşıklarımı yıkamasını istiyorum; çamaşırlarımı ve bulaşıklarımı yıkayabilmem için YZ’nin sanatımı yapmasını ve yazımı yazmasını değil.” Yöneticiler, YZ’yi "birçok insanın kullanılmaması gerektiğini düşündüğü yaratıcı işler pahasına, yönetim sorunlarını hafifletmek" amacıyla devreye sokuyor… “Eğer yapay zekâ gerçekten işe yarayacaksa, bu aşağıdan yukarıya doğru bir süreç olmalı; aksi takdirde, işyerindeki insanların büyük çoğunluğu için işe yaramaz hale gelecektir.”

Kâr sağlamak, işleri ve insanların geçim kaynaklarını ortadan kaldırmak için YZ geliştirmek yerine, ortak mülkiyet ve planlama altında geliştirilen YZ, insan emek-saati herkes için azaltabilir ve insanları yalnızca insan zekâsının başarabileceği yaratıcı işlere odaklanmaları için angaryadan kurtarabilir. Unutmayın, "kutsal kâse" Viktorya dönemi edebiyatının bir kurgusuydu ve daha sonra Dan Brown'un da işlediği bir tema haline geldi.

Kaynak: "AI going DeepSeek", Michael Roberts Blog – blogging from a Marxist economist

[*] Makalenin İngilizce orijinalinde bu cümle şöyle: “Nevertheless, the AI titans are not yet the titanic.” Michael Roberts burada bir kelime oyunu yapıyor. "Titan" kelimesi, hem "dev" anlamına gelir hem de mitolojideki güçlü tanrıları ifade eder. "Titanic" ise hem "devasa" anlamına gelir hem de 1912'de batan ünlü geminin adıdır. Yazar, YZ devlerinin henüz "batmadığını" (yani kesin olarak başarısızlığa uğramadığını) ima ederken bu kelime oyununu kullanıyor. (k.ü.)

09 Şubat 2025

 The other three comrades


You may have come across this photograph before in various printed sources or on the internet.

This image, taken at the First Congress of the Third International (Communist International, or Comintern for short) held in Moscow between 2nd and 6th March 1919, shows the members of the Presidium. Standing third from the left is, of course, Vladimir Lenin. However, the other three members of the Presidium are generally less well-known. Let us list their names from left to right: Gustav Klinger, Hugo Eberlein, and Fritz Platten. In this article, we will briefly discuss these three figures, who played a leading role in the establishment and activities of the Comintern.



These two photographs feature the same four-member Presidium.


In this final shot, taken from the rear of the hall, we can see some of the delegates, the Presidium, and Leon Trotsky speaking at the podium. [*]

These three communists, who alongside Lenin served on the Presidium of the First Congress of the Comintern, were later branded as ‘counter-revolutionaries’ and ‘traitors’ by the Stalinist regime and subsequently executed. Let us take a closer look at their brief biographies:
  • Gustav Klinger (1876–1937 or 1943) was a Bolshevik politician of German descent. He joined the Bolshevik Party in 1917 and served as the president of the Volga German Autonomous Soviet Socialist Republic in 1918. In 1919, he became actively involved in the work of the Comintern and was elected to its Executive Committee in 1920. He was executed in either 1937 or 1943, though the exact date of his execution remains uncertain.
  • Hugo Eberlein (4 May 1887–16 October 1941) was a German communist politician. He joined the Social Democratic Party (SPD) in 1906 and, during the First World War, was part of the party’s left wing alongside Rosa Luxemburg and Karl Liebknecht. In 1916, he became one of the founding members of the Spartacus League, and in 1918, he was among the founders of the German Communist Party (KPD). Between 1921 and 1933, he served in the Prussian Parliament. Following the Nazis’ rise to power in Germany in 1933, he fled to the Soviet Union and settled in Moscow. However, in 1937, during the Stalinist terror, he was arrested, subjected to severe torture, and executed by firing squad in 1941.

  • Fritz Platten (8 July 1883–22 April 1942) was a Swiss communist politician. [**] He participated in the First Russian Revolution, which broke out in Riga in 1906, but fled in 1908 and returned to Switzerland. In 1917, he joined the Swiss Social Democratic Party, and in 1919, he became one of the founding members of the Communist International (Comintern). Platten was the organiser of Lenin’s return journey from Switzerland to Russia. During the years of Stalinist terror, he was arrested and shot dead in a prison in 1942.

Oh, poor Lenin! While leading the establishment of the Communist International to rebuild the international revolutionary vanguard after the October Revolution, he was entirely unaware that he was surrounded by ‘counter-revolutionaries’ and ‘traitors’. Little did he know what a great danger he had unwittingly escaped!

[*] It is striking that the number of delegates in this photograph is relatively small. In 1919, with the civil war raging and the imperialist blockade in place, reaching Moscow was no easy task. The congress included 35 delegates with full voting rights, representing 17 organisations, and 16 delegates with consultative voting rights, representing 16 other organisations (51 in total).

[**] In an interview conducted with Nathan Steinberger in 1997, which we translated and published on this blog on 4 February 2025, he recounts the following anecdote about Fritz Platten:

“(…) before collectivization there were currents among the peasants which supported cooperatives or agricultural communes and community-based cultivation. One such was the Swiss commune, which, under Lenin’s instigation, was organized by Fritz Platten, a friend of mine. It consisted of a number of Swiss comrades, for the most part not themselves peasants, but people who were convinced of the idea of a socialist utopia. Lenin had told them: bring your tractors and show how it can be properly organized. There were many other examples of communes, for example, that of Christen.

“Stalinist collectivization stood in the most vulgar contradiction to Lenin’s conception. The first step of the forced collectivization was the immediate dissolution of the communes and the handing over of their property to the state. The comrade in charge of the Swiss commune at that time went straight to Moscow to protest.”

08 Şubat 2025

Diğer üç yoldaş


Bu fotoğrafı daha önce çeşitli basılı kaynaklarda ya da internette görmüş olabilirsiniz.

2-6 Mart 1919 tarihlerinde Moskova’da düzenlenen Üçüncü Enternasyonal'in (Komünist Enternasyonal – kısaca Komintern) Birinci Kongresi'nde çekilmiş bu kare, Başkanlık Divanı üyelerini gösteriyor. Ayakta, soldan üçüncü sırada duran kişi elbette Vladimir Lenin. Ne var ki, Başkanlık Divanı’nın diğer üç üyesi genellikle bilinmez. İsimlerini soldan sağa sayalım: Gustav Klinger, Hugo Eberlein ve Fritz Platten. Bu yazıda, Komintern’in kuruluşunda ve çalışmalarında öncü rol üstlenmiş bu üç isimden kısaca söz edeceğiz.



Bu iki fotoğrafta da aynı dört kişilik Başkanlık Divanı yer alıyor.


Salonun arkasından çekilmiş bu son karede ise delegelerin bir bölümünü, Başkanlık Divanı’nı ve kürsüde konuşmakta olan Lev Trotskiy’i görüyoruz. [*]

Lenin’le birlikte Komintern’in Birinci Kongresi’nin Başkanlık Divanı’nda yer alan bu üç komünist, daha ilerleyen yıllarda Stalinist rejim tarafından “karşı-devrimci” ve “hain” ilan edildi ve öldürüldü. Kısa biyografilerine biraz daha yakından bakalım:

  • Gustav Klinger (1876-1937 veya 1943), Alman asıllı bir Bolşevik politikacıydı. 1917’de Bolşevik Partisi'ne katıldı ve 1918’de Volga Almanya Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başkanı olarak görev yaptı. 1919'da Komintern'in çalışmalarına aktif olarak katıldı ve 1920’de Komintern Yürütme Kurulu'na seçildi. 1937 veya 1943 yılında idam edildi. Ancak kesin infaz tarihi hâlâ netleşmiş değil.
  • Hugo Eberlein (4 Mayıs 1887-16 Ekim 1941), Alman komünist bir politikacıydı. 1906’da Sosyal Demokrat Parti'ye (SPD) katıldı ve I. Dünya Savaşı sırasında Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ile birlikte parti içindeki sol kanatta yer aldı. 1916'da Spartaküs Birliği'nin kurucularından biri oldu ve 1918'de Alman Komünist Partisi'nin (KPD) kurucuları arasında yer aldı. 1921-1933 yılları arasında Prusya Parlamentosu’nda görev yaptı. 1933’te Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesi üzerine Sovyetler Birliği'ne kaçtı ve Moskova'ya yerleşti. Ancak 1937’de, Stalinist terör sırasında tutuklandı, ağır işkenceler gördü ve 1941'de kurşuna dizilerek idam edildi.

  • Fritz Platten (8 Temmuz 1883-22 Nisan 1942), İsviçreli bir komünist politikacıydı. [**] 1906'da Riga'da patlak veren I. Rus Devrimi’ne katıldı, ancak 1908’de kaçarak İsviçre’ye döndü. 1917’de İsviçre Sosyal Demokrat Partisi'ne katıldı ve 1919'da Komünist Enternasyonal’in (Komintern) kurucularından biri oldu. Platten, Lenin’in İsviçre’den Rusya’ya dönüş yolculuğunu organize eden isimdi. Stalinist terör yıllarında tutuklandı ve 1942’de bir hapishanede vurularak öldürüldü.

Ah, zavallı Lenin! Ekim Devrimi’nin ardından uluslararası devrimci öncüyü yeniden inşa etmek için Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna önderlik ederken, çevresinin “karşı-devrimciler” ve “hainlerle” çevrili olduğundan tamamen habersizmiş. Farkında olmadan ne kadar büyük bir tehlike atlatmış!

[*] Bu fotoğrafta delege sayısının çok fazla olmadığı dikkat çekiyor. 1919’da, iç savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü ve emperyalist ablukanın hüküm sürdüğü koşullarda Moskova’ya ulaşmak hiç de kolay değildi. Kongrede 17 örgütü temsilen tam oy hakkına sahip 35, diğer 16 örgütü temsilen istişari oy hakkına sahip 16 delege bulunuyordu (toplam 51).

[**] Nathan Steinberger, kendisiyle 1997’de yapılan ve bu blogda çevirisini 4 Şubat 2025’te yayımladığımız söyleşisinde Fritz Platten’la ilgili şu anekdotu aktarıyor:

“(…) kolektifleştirme öncesinde köylüler arasında kooperatifleri, tarım komünlerini ve ortak mülkiyet temelinde tarımı savunan akımlar vardı. Bunlardan biri, Lenin’in teşvikiyle benim arkadaşım Fritz Platten tarafından örgütlenen İsviçre komünüydü. Bu komün, çoğu çiftçi olmayan, ancak sosyalist ütopya fikrine inanan bir grup İsviçreli yoldaştan oluşuyordu. Lenin onlara şöyle demişti: Traktörlerinizi getirin ve bu işin nasıl doğru şekilde örgütlenebileceğini gösterin.’ Başka birçok komün örneği de vardı; örneğin Christen’inki.

“Stalinist kolektifleştirme, Lenin’in düşünceleriyle çok bariz bir biçimde çelişiyordu. Zorla kolektifleştirmenin ilk adımı, komünlerin derhal dağıtılması ve mülklerinin devlete devredilmesi oldu. O dönemde İsviçre komününden sorumlu olan yoldaş, bu uygulamayı protesto etmek için doğrudan Moskova’ya gitti.”

04 Şubat 2025

Çeviri:

Nathan Steinberger’le söyleşi (1997)

Ulrich Rippert ve Verena Nees’in, Nathan Steinberger’le [*] 1997 yılının Nisan ayında Berlin’deki dairesinde yaptıkları görüşme.

Yaşamın, Stalinizmin trajik deneyimleriyle yakından bağlantılıydı. Hitler’in iktidara gelmesinden bir yıl önce Moskova’ya gitmiştin ve birkaç yıl sonra tutuklanarak yaklaşık 20 yılını Stalinist bir gulagda [**] geçirdin. Neyle suçlanmıştın?

Sorgu tutanaklarına ve hakkımda verilen karara göre, “karşı-devrimci Trotskist faaliyet”le suçlanmıştım. Trotskiy’in Sol Muhalefeti’nin taraftarları, 20’li yıllarda çoktan sürgüne gönderilmiş ya da NKVD’nin (Stalinist gizli polis, KGB’nin selefi) ceza kamplarına yollanmıştı.

1937 yılında neredeyse hepsi idam edilmişti. Ancak Stalinist politikalara karşı eleştirel bir tavrı olduğundan şüphelenilen herkes “Trotskizm”le suçlanıyordu.

Benim “Trotskist faaliyetim”le ilgili sefil “kanıt,” 16 yaşındayken Karl Korsch’un çizgisini benimseyen bir gençlik grubuna katılmış olmamdı. Bu nedenle kısa bir süreliğine KJVD’den [***] ihraç edilmiştim. Korsch, 20’li yıllarda Sovyetler Birliği’nde Trotskiy’in önderliğindeki Sol Muhalefet’ten yana tavır almıştı.

Sorgu yargıcı, ayrıca erkek kardeşimle benim Nathan Lurje’yi tanıyor olmamızdan yola çıkarak aramızda yasa dışı bir bağlantı olduğu sonucuna varmaya çalıştı. Nathan, 1929’da Berlin’deki öğrenimimin ilk yıllarında Komünist Öğrenciler’in önderliği içinde yer alıyordu ve 1936’da Zinovyev ile birlikte “Trotskist bir suçlu” olarak mahkûm edilmiş ve idam edilmişti.

Nathan Steinberger (1997)

Benim kaderim bireysel bir kader değildi. Tüm Alman göçmenleri bu kaderi paylaştı ve bu kader, o dönemde Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen, muhtemelen milyonlarca insanın kurban gittiği tasfiyelerin ayrılmaz bir parçasıydı. Büyük halk grupları, tehlikeli addedilen toplumun tüm katmanları, Stalin’in baskısının kurbanı oldu.

Büyük tasfiyeler hakkında biraz daha bilgi verebilir misin?

Sovyetler Birliği’nde 1936 ile 1938 arasında yaşananlar, tek kelimeyle bir katliamdı. Akıl almaz bir şeydi. Yüz binlerce mi yoksa milyonlarca mı insanın öldürüldüğünü söyleyemem. İstatistiksel açıdan bakıldığında, Moskova Duruşmaları sırasında ölüme mahkûm edilenler, toplam kurban sayısının yalnızca çok küçük bir kısmını oluşturuyordu. 55 sanığa yönelik hukuki soruşturmalar, göstermelik yargılamalardı. Hepsi ölüm cezasına ya da uzun süreli kamp cezalarına çarptırıldı ve ardından ya hemen ya da kampta kısa bir süre kaldıktan sonra idam edildi.

Bu göstermelik yargılamalar, yurtdışında her şeyin yasal çerçevede yapıldığı izlenimini yaratmak için kullanıldı. Gerçekte ise sanıklar, NKVD tarafından uzun bir süre boyunca sorgulanarak ve işkence edilerek, birey olarak tamamen yıkıma uğrayıncaya, tükenip bitinceye kadar hazırlanmışlardı. Zinovyev, Kamenev ve diğerleri “itiraflarda bulunduklarında” artık kendileri değillerdi. Birer kuklaya dönüşmüşlerdi.

Stalin’in, Moskova Duruşmaları’nda sergilenen bu trajediyi milyonlarca insan için tekrarlaması mümkün değildi. Tutukluların en az yüzde 80’i hiçbir zaman bir mahkeme salonuna adım atmadı. Sözde özel oturumların ardından bu insanlar, 5 ile 25 yıl arasında değişen sürelerle bir kampta hapis cezasına çarptırıldı.

Ölüm cezası ya da ömür boyu hapis cezası söz konusu olduğunda, anayasaya bağlı kalıyormuş gibi bir görüntü sergiliyorlardı çünkü ölüm cezası yalnızca mahkemelerce verilebiliyordu. Halka kapalı, yarım saat ya da en fazla bir saat süren ve tamamen bir formaliteden ibaret olan duruşmalar düzenliyorlardı. Sanıkların, kendilerine yöneltilen suçlamalar hakkında ifade verme olanağı kesinlikle yoktu. Birinin suçlu olup olmadığı tamamen önemsizdi. Bu mahkemelerde hiç avukat bulunmazdı.

İlk tasfiye dalgası, 1928-29’da zorla kolektifleştirme başladığı sırada gerçekleşti. Bu, köylülere yönelik kanlı bir katliamdı. Kurbanların sayısı ölçülemeyecek kadar fazlaydı. Zorla kolektifleştirme hakkında en ufak bir eleştirel düşünceye sahip olduğundan şüphelenilen herkes tutuklandı, kurşuna dizildi ya da çalışma kampına gönderildi. Ancak Ekim Devrimi sayesinde en nihayet toprak sahibi olabilmiş birçok köylü, bu zorlayıcı önlemlere karşı direndi. Çiftlik hayvanlarını, tarım aletlerini ve hatta tohumlarını sattılar. Tüm tahıl stokları ellerinden alındı. Sonuç olarak, yüz binlerce insanın öldüğü bir kıtlık yaşandı.

1935 yılında başlayan ikinci tasfiye dalgası, esas olarak şehirlerde yaşayan insanları—işçileri, büro çalışanlarını, öğrencileri ve Ekim Devrimi’nin amaçlarına sıkı sıkıya bağlı kalan, Stalinist aygıtla giderek daha açık bir şekilde çatışmaya giren aydınları—vurdu.

Kitlelerin, Sovyet devletinin bürokratik yozlaşmasına yönelik hoşnutsuzluğu, yiyecek ve sınai tüketim mallarındaki kıtlık nedeniyle daha da yoğunlaştı. Ancak bu artan muhalefet, en azından benim bildiğim kadarıyla, açık ayaklanmalar ya da kitlesel grevler şeklinde patlak vermedi. Stalin’in zulmü, ilk olarak eski Bolşevikler ile iç savaşın en zorlu, en güçlüklerle dolu yıllarında partiye girmiş olan Komünistlere yönelmişti.

Stalin, en çok partinin bu içten ve devrimci yüreğinden korkar ve nefret ederdi. Stalin’in diktatörlüğünün kurulmasına karşı çıkan farklı sol ve sağ muhalefet gruplarının önderleri, bu unsurların arasından çıkmıştı.

Genel hoşnutsuzluğun hem partinin geniş kesimlerini hem de nomenklatura’ya (bürokratik aygıt) bağlı kadroları tehdit etmesi üzerine Stalin, ölümcül darbesini indirdi. Bu, ortaya çıkabilecek herhangi bir potansiyel rakibe karşı yürütülen önleyici bir iç savaştı. Stalin’in teorisi ve pratiği buydu: örgütlü muhalefetin olası her kaynağı kökünden sökülmeli ve dalları budanmalıydı.

Stalin, Nazi Almanyası’ndan, Polonya’dan ve diğer ülkelerden gelen göçmenlere, senin ve eşin gibi yabancı Komünistlere neden zulmetti?

Sovyetler Birliği’ne göç etme izni almak büyük bir ayrıcalıktı. Göçmenler, Stalin’e ya da Komintern’e karşı eleştirel bir tavır almıyor, genellikle güvenilir görevliler, parti içi muhalefet gruplarına karışmayan ve parti önderliğine sadık destekçiler oluyorlardı. Siyasi sığınma başvuruları, ancak başvuranların partideki geçmişleri titiz bir incelemeden geçirildikten sonra onaylanıyordu.

Bütün bunlar, bu insanların maruz kaldıkları korkunç zulmü daha da açıklanamaz hale getiriyor. Ancak Stalin’in gözünde, partiye bir devrimci olarak girmiş olan tüm eski Komünistler, partinin çizgisini savunsalar da savunmasalar da potansiyel muhaliflerdi.

Alman Partisi gibi, Stalin’in dış politikası açısından stratejik bir değere sahip olan Polonya Komünist Partisi, tasfiyelerden özellikle ağır bir darbe aldı. 1937 yılında tüm Polonyalı görevliler, Lubyanka’da görüş alışverişi için Moskova’ya çağrıldı ve hiçbiri Lubyanka’dan sağ çıkamadı. 1938 yılında Polonya partisi feshedildi. Polonya partisinin önde gelen üyeleri arasında hayatta kalanlar, yalnızca Polonya’da hapiste oldukları için Moskova’ya gelme davetini kabul edemeyenler oldu.

Oran olarak Alman göçmen grubu küçüktü çünkü Stalin, çok sayıda Alman Komünistinin göç etmesini istemiyordu. Komintern’in 1933 öncesinde Almanya’da uyguladığı ve Hitler’in zaferine katkıda bulunan politikaların eleştirilmesinin ardından bu, onun için zor olacaktı.

1933 ile 1936 arasında, Almanya ve Avusturya’dan Sovyetler Birliği’ne, aileleriyle birlikte yaklaşık 6.000 kişi geldi. Bunların yüzde 80’inin öldüğü kesinlikle söylenebilir. Ben 1 Mayıs 1937’de tutuklandığımda, Alman göçmenlerinin yarısı zaten tutuklanmıştı ve bu oran 1938’de en az yüzde 70’e yükselmişti. Savaşın başlamasıyla birlikte geriye kalan yüzde 30 da tutuklandı ve sürgüne gönderildi. Gulaglara gönderilen arkadaşlarımdan hiçbiri sağ kalmadı. Eşim ve ben, Kolyma’ya ya da diğer sürgün yerlerine veya gulaglara gönderilenler arasında sağ olarak dönebilen çok az sayıdaki insanlardanız.

Nazi Almanyası’ndan kaçıp gelen göçmenlerin çoğu, yanlış ve keyfi bir biçimde, faşist rejime sempati duymakla suçlandı—bu, Gestapo’nun elinden zor kurtulmuş KPD üyelerine yöneltilen tamamen saçma bir suçlamaydı. Hitler hükümeti ve Moskova’daki temsilcileri, Stalin’in Alman mültecilere karşı uyguladığı terörden açıkça memnuniyet duyduğunu gösterdi. Gestapo, faşistlerin “arananlar” listesinin başında yer alan bir dizi üst düzey komünist görevlinin NKVD tarafından öldürüldüğünü şaşkınlıkla fark etti.

Hayatta kalan ve daha sonra DAC’de üst düzey görevler üstlenen Ulbricht ve KPD’nin diğer önderleri bu dönemde ne tür bir rol oynadı?

KPD’nin önde gelen kadroları, Stalin tarafından yok edilmek üzere seçilmişti. Thaelmann’ın Merkez Komitesi üyeleri, Gestapo tarafından olduğu kadar NKVD tarafından da öldürüldü. NKVD ile Gestapo arasındaki bu iş birliği, resmi anlaşmalara dayanmıyordu ancak 1939’da imzalanan Alman-Sovyet Paktı’na giden yoldaki hazırlık önlemleriyle uyumluydu.

Almanya’da sadakatle Stalin’in politikalarını uygulamış olan Thaelmann’a gelince, benim görüşüm, Stalin’in onu yalnızca terk etmekle kalmayıp fiilen Gestapo’ya teslim ettiği yönündedir. Stalin-Hitler Paktı sırasında onu birkaç Nazi ajanıyla değiş tokuş etmek kolayca mümkün olabilirdi. Ancak, daha sonra Sovyet arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gibi, Stalin, Thaelmann’ın eşinin yardım talebini umursamadı.

Sovyetler Birliği’nde hayatta kalmayı başaran Alman parti önderlerinin hepsinin eline kan bulaşmıştı. Kendi hayatlarını, NKVD’nin talimatlarını tek bir protesto sözü etmeden yerine getirerek ve parti üyelerini baskı kurumlarına teslim etmek için gerekli olan her şeyi imzalayarak kurtardılar. Walter Ulbricht bunlardan biriydi ve özellikle iğrenç bir rol oynadı. Aynı şey, Herbert Wehner ve diğerlerinden daha dürüst olan Wilhelm Pieck için de geçerliydi. Pieck, en azından 1945’ten sonra, biz de dahil olmak üzere hayatta kalan parti üyelerinin serbest bırakılmasını sağlamaya çalıştı.

Daha önceki yayınlarında, Stalin’in 1943’te resmen feshedilmeden önce uluslararası Komünist hareketi ve Komintern’i yok etmek için çalıştığını belirtmiştin. Bunu biraz daha açabilir misin?

Solun tüm umudu, dünya devrimine ya da en azından birkaç Avrupa ülkesinde devrimin gerçekleşmesine bağlanmıştı. Bolşevik Parti bir bütün olarak kendisini bu çizgiye adamıştı. Lenin ve diğer önde gelen Bolşevikler, ele geçirdikleri siyasi iktidarın yalnızca ilk adım olduğunun ve ancak yüksek derecede sanayileşmiş ülkeler, tarım ülkesi olan Rusya’nın örneğini izlerse, sosyalist bir toplumsal düzenin inşasına giden yolu açabileceklerinin bilincindeydiler. Halk kitleleri de aynı düşünceyle doluydu ve Komünist Enternasyonal 1919’da bu ruhla kuruldu.

Ancak bir dizi ülkede işçilerin yenilgiye uğramasıyla, daha başka devrimlerin yaşanması umudu ortadan kalktı. Stalin’in zaferi, temelde bu gerçekle bağlantılıydı.

Buharin, muhalefetin son üyesi olarak Siyasi Büro’dan çıkarılıp Komintern Yürütme Komitesi (KEYK) genel sekreterliği görevinden alınınca, Komintern’in fiili liderliği Stalin’in eline geçti. “Tek ülkede sosyalizmi inşa etme” teorisi, yol gösterici ilke olarak ilan edildi ve bu teoriyle birlikte Komintern, Moskova’daki aygıtın dış politikasına tabi hale getirildi.

Öğrenciyken, Sol Muhalefet’in neden “tek ülkede sosyalizm” tezine karşı mücadele ettiğini anlayamıyordum. Ancak daha sonra, bu sorunun Sovyetler Birliği’ndeki egemen katmanla Muhalefet arasındaki gerçek ayrım çizgisini oluşturduğunu fark ettim.

Nathan Steinberger (1997)

KPD, Komintern içinde Stalin’in çizgisinin etkilerini ilk hisseden parti oldu. Sovyet Komünist Partisi’nin 1928’de zorla kolektifleştirmeyi meşrulaştırmak için yaptığı sola dönüşe uyum sağlayarak, KPD de aşırı sol bir çizgiye yöneldi. Faşizm tehlikesi küçümsendi ve bunun yerine sosyal demokrasinin “sosyal faşizmi” esas tehlike olarak ilan edildi.

Daha sonra, 1933’teki yenilgiden Stalin’in kendisi sorumlu olmasına rağmen, Alman mülteciler suçlandı. Stalin, dış politika söz konusu olduğunda faşizmle kesinlikle çalışılabileceğini düşünüyordu. Tüm “sosyal faşizm teorisi” buna uygun olarak şekillendirilmişti. Stalin’in Mussolini’nin İtalyan faşizmiyle hiçbir çelişkisi yoktu. Elbette, faşizm anti-komünistti, ancak Churchill ve Stresemann da anti-komünistti.

Stalin’e göre, Almanya, İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerdeki emperyal eğilimler birbirinin aynıydı. Bu ülkeler, kimin iktidarda olduğuna bakılmaksızın, Sovyetler Birliği’nin müttefiki ya da hasmı olabilirdi. KPD, Alman Sosyal Demokratları’nın (SPD) “sosyal faşizmi”ne karşı mücadele ederken, Stalin, Alman Reichswehr’in (İmparatorluk ordusu) üst komuta kademesiyle bağlantılar kurmaya çalışıyor ve Polonya’ya karşı iş birliği konusunda gizli görüşmeler yürütüyordu.

Moskova Duruşmaları, Leon Feuchtwanger gibi Komünist partilere üye olan ya da onlara sempati duyan birçok Batı Avrupalı ve Amerikalı aydın tarafından desteklendi. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Böyle davranan yalnızca Feuchtwanger değildi. Romain Rolland, Ernst Bloch ve başkaları da bu grupta yer alıyordu. Öncelikle, Moskova Duruşmaları’na tanık sıfatıyla katılmaları başlı başına skandaldı. Nasıl tanık olabilirlerdi ki? Feuchtwanger Rusça bile bilmiyordu. Tutuklularla doğrudan konuşma veya bağımsız bilgi edinme imkânları yoktu. Diyelim ki Rusça biliyorlardı, yine de yalnızca resmî olarak yayımlananları öğrenebilirlerdi. Bizim tanıdığımız hiç kimse sanıkların sözde itiraflarına inanmadı. Ama Bloch ve Feuchtwanger inanmak istediler.

Stalinizmin, Ekim Devrimi ve Bolşeviklerin politikalarıyla birlikte başladığı ve Ekim Devrimi’nin bir devrim değil, bir darbe olduğu yönündeki yaygın görüş hakkında ne düşünüyorsun?

Her şeyden önce, özellikle 1928-1929'dan sonra yaşananlar, 1917 Ekim Devrimi ile taban tabana zıttı. Ekim Devrimi, halkın gerçekleştirdiği gerçek bir devrimdi; bir darbe değildi. Bolşevikler yalnızca işçilerin değil, o dönemde nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin de güvenini kazanmayı başarmıştı. Köylülerin taleplerine uyum sağladılar. Büyük toprak sahiplerinin mülklerinin köylülere devredilmesi, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinin ardından toplanan ilk Sovyet Kongresi tarafından kararlaştırıldı. Buna karşılık, Stalin’in rejimi köylülerin kanlı bir şekilde bastırılmasıyla pekiştirildi.

Bana göre asıl can alıcı nokta, buna karşı koyabilecek örgütlü bir Solun bulunmamasıydı. 1928’den önce Trotskiy’e destek verenlerin çoğu zaten sürgüne gönderilmiş, partiden ihraç edilmiş ve hapsedilmişti. Yine de Solda yer alanların zorla kolektifleştirmenin ne anlama geldiğini o tarihte tam olarak kavrayamadıklarını düşünüyorum.

Sağ muhalefetin lideri Buharin de bunu anlayamadı. Zorla kolektifleştirmenin bir çılgınlık olduğunu görmesine rağmen, bu Stalinist girişimin daha derinde yatan anlamını kavrayamadı. Stalin’in önceliği, köylülerin ve işçi sınıfının muhalefetinin birleşmesini önlemekti. Dolayısıyla, köylü direnişinin ortadan kaldırılması, Ekim Devrimi’nin köklerine indirilen bir darbe oldu.

Stalinizmi Bolşevizmin doğal bir sonucu ve devamı olarak açıklamak—ki bu yaygın bir görüştür—gerçeğin bütünüyle çarpıtılmasıdır. Stalinist darbe, Ekim Devrimi’nin ideallerinin tasfiyesi anlamına geliyordu.

Trotskistler, her zaman Stalinist bürokrasinin Sovyetler Birliği’ni yıkacağı ve kapitalizmi restore edeceği konusunda işçileri uyardı. Bu, 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla gerçekleştiğinde, ortada hiçbir muhalefet yoktu. Bu gelişme hakkında ne düşünüyorsun?

İşte hiç kimsenin sormadığı büyük soru bu. Faşizmi yenmiş olan güçlü Sovyetler Birliği çöktü ve hiç kimse onu savunmak için ayağa kalkmadı. Verilebilecek tek cevap şudur: çöktü, çünkü bu bir Stalinist rejimdi. Stalinizm, sistemin içinde yeni ve ilerici bir şeyler geliştirebilecek tüm bu güçleri yok etmiş ve etkisiz hale getirmişti.

Sovyetler Birliği’nde her şey Marksist bir ölçüye uygunmuş gibi görünebilir: sermaye kamulaştırılmış, Muhalefet bastırılmış ve her şey sosyalizm olarak tanımlanmış. Ardından “faşizme karşı zafer” geldi. Ancak olanları bu şekilde görmek saflık olur. Kamulaştırılmış mülkiyet, sosyalizmle aynı şey değildir. Bu tür yanılsamalar Stalinizm konusundaki kafa karışıklıklarının oluşmasında büyük rol oynadı.

1955’te, itibarın iade edildikten sonra eşin ve kızınla birlikte Berlin’e geri döndün. O dönemde DAC’de koşullar nasıldı ve ne tür deneyimler yaşadın?

DAC, Sovyetler Birliği model alınarak kurulmuştu. Ancak Sovyetler Birliği, açık bir şehir olan Berlin’de göstermelik duruşmalar düzenleyemedi. DAC’de, SSCB’de olduğu gibi sözde bir planlı ekonomi vardı—Sovyetler Birliği’ne kıyasla birkaç fark ve belirli ayrıcalıklar söz konusuydu; çünkü buradaki sanayi, Sovyetler Birliği’nin tedarikçisi olarak işlev görüyordu. Sovyet ekonomisi hammaddelere ve geniş bir savaş sanayisine sahipti, ancak imalat sanayi düşük bir düzeydeydi. Sovyetler füze yapabiliyordu ama tava üretemiyordu.

DAC’yi, belki de Stalinizmin en korkunç özelliklerinden yoksun, Stalinist türde bir sosyalizm olarak tanımlayabilirim. İçeride, planlı ekonominin tamamen boş olduğu ortadaydı. Bu durum, rekabetle karşı karşıya kalındığında açıkça görüldü. Rekabete ayak uyduramadı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki pazarını kaybetti ve çöktü.

DAC’nin aksine, Sovyetler Birliği’nde işçiler Ekim Devrimi sırasında aktif bir şekilde ilk işçi devletini inşa etmeye giriştiler. DAC’de ise kamulaştırma tepeden aşağıya doğru gerçekleştirildi. Bu açıdan aralarında önemli bir fark görüyor musun?

Evet, elbette. Ekim Devrimi ve iç savaş, geniş işçi kitleleri ile kendilerini Enternasyonal’in öncüsü olarak gören parti üyeleri tarafından desteklendi. Ancak DAC en başından itibaren bir aldatmaca üzerine kurulmuştu. İşte bu yüzden bugün DAC’den geriye hiçbir şey kalmadı.

1955 Noel’inde Berlin’e döndüğümde, Hruşçov’un iktidarı altında sözde yumuşama dönemi yaşanıyordu. Batı Berlin’e gitmeyi hiç düşünmedik. Stalin’in ölümünün mutlaka sosyalizmin yeniden canlanmasını sağlayacağına inanıyorduk. Stalin gitmişti ve Ulbricht’in yerine başka birinin getirilmesi planlanıyordu. Biz ve Gulag’dan sağ çıkan herkes çok sıcak bir şekilde karşılandı. Ben hemen planlama komisyonu başkan yardımcılığı görevine atandım. Ancak, Sovyet kamplarında yaşadıklarımız hakkında hiçbir şey söylemememiz gerekiyordu.

Ardından Macaristan’daki ayaklanma bastırıldı ve Stalinizmin sona ereceği, sosyalizmin ise yeniden canlanacağına dair umutlar yok oldu. Ulbricht bir kez daha dizginleri ele geçirmişti. Planlama komisyonundaki işimi kaybettim. Neyse ki nomenklatura içinde bir pozisyona uygun görülmedim.

Ben anti-Stalinist olduğumu hiçbir zaman gizlemedim. Bu yüzden beni övgülerle akademik kariyere yönlendirdiler ve Meissen, Potsdam ve nihayet Berlin-Karlshorst’ta ekonomi profesörü oldum.

Elbette beni gözetim altına aldılar. Birleşmenin ardından (1990’da), Doğu Alman gizli polisinin faaliyetlerini araştırmak amacıyla Bonn hükümeti tarafından kurulan "Gauck Bürosu"ndan eski Stasi dosyalarımızı alan ilk kişiler arasındaydık. Bu dosyalardan açıkça görülüyor ki hakkımda soruşturma açma girişimleri olmuş. Ancak 20 yıl Sovyet çalışma kamplarında kalmış birine dava açmak onlar açısından fazlasıyla riskliydi. Yahudi olduğumu göz önünde bulundurarak, muhtemelen bana Siyonist etiketi yapıştırmayı düşünmüşlerdir.

Diğer pek çok kişiden farklı olarak, yaşadıklarına rağmen sosyalist inançlarına bağlı kaldın. Seni buna ikna eden neydi?

Tam da bir sosyalist olarak kaldığım için Stalinizmin açık bir karşıtıyım. Sovyetler Birliği, anti-komünistlerin her zaman iddia ettiği gibi sosyalist bir devlet olduğu için değil, tam tersine, sosyalist olan her şey Stalin tarafından yok edildiği için çöktü. Stalin, sosyalizmi en iğrenç şekilde itibarsızlaştırdı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından işçi hareketinin yaşadığı krizin en önemli sebeplerinden biri oldu.

Stalin’in düşüncelerinin gerçek sosyalizmle hiçbir ortak yanı yoktu. Örneğin, kolektifleştirme öncesinde köylüler arasında kooperatifleri, tarım komünlerini ve ortak mülkiyet temelinde tarımı savunan akımlar vardı. Bunlardan biri, Lenin’in teşvikiyle benim arkadaşım Fritz Platten tarafından örgütlenen İsviçre komünüydü. Bu komün, çoğu çiftçi olmayan, ancak sosyalist ütopya fikrine inanan bir grup İsviçreli yoldaştan oluşuyordu. Lenin onlara şöyle demişti: "Traktörlerinizi getirin ve bu işin nasıl doğru şekilde örgütlenebileceğini gösterin." Başka birçok komün örneği de vardı; örneğin Christen’inki.

Stalinist kolektifleştirme, Lenin’in düşünceleriyle çok bariz bir biçimde çelişiyordu. Zorla kolektifleştirmenin ilk adımı, komünlerin derhal dağıtılması ve mülklerinin devlete devredilmesi oldu. O dönemde İsviçre komününden sorumlu olan yoldaş, bu uygulamayı protesto etmek için doğrudan Moskova’ya gitti.

Stalin tarafından sık sık tekrarlanan alıntılardan biri Marx'ın sosyalizm ve komünizm arasında yaptığı ayrımla ilgiliydi. Bu alıntı şöyle sunulurdu: sosyalizm, eşitlikçiliğe karşı mücadeledir; gerçek sosyalist eşitliği garanti eden komünizm ise bulutların üstünde yer alan bir şeydir. Bu, Stalin’in Marksist alıntıları kullanma biçiminin tipik bir örneğidir.

Bugün sosyalizm kavramı çok sorunlu hale geldi. Gericilik, her anti-kapitalist harekete sosyalist ya da Stalinist diyerek bu sorunu daha da derinleştiriyor. Bu da sosyalizm ile Stalinizm arasındaki farkları netleştirmeyi her zamankinden daha önemli kılıyor.

Sosyalist olmak ne anlama gelir? Öğrencilerime sık sık bu soruyu sorardım. Hiçbiri yanıt veremezdi. Sosyalizmin gerçekte ne olduğunu anlamak istiyorsan Marx’a dönmen gerekir.

Marx, sosyalizmin özgürlük, eşitlik ve kardeşliği temsil ettiğini söylemişti. Bugün kardeşlik yerine dayanışma denebilir. Bu, gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik anlamına gelir ve yalnızca burjuva çerçeveyi, yani sadece hukuki eşitliği kabul etmekle sınırlı değildir. Sosyalizm, özgürlük ve eşitlik kavramlarıyla tamamen iç içedir.

Kaynak:An interview with Nathan Steinberger (1997)”, World Socialist Web Site

[*] Nathan Steinberger, 26 Şubat 2005’te 94 yaşında Berlin'deki bir hastanede hayata gözlerini yumdu. (k.ü.)

[**] Gulag, Rusça "Glavnoe Upravlenie Lagerei" ifadesinin kısaltmasıdır ve "Kamplar Ana İdaresi" anlamına gelir. Bu kamplar, siyasi mahkûmların ve diğer suçluların insanlık dışı koşullar altında, zorla çalıştırıldıkları yerlerdi. (k.ü.)

[***] Kommunistischer Jugendverband Deutschlands (Almanya Komünist Gençlik Birliği); Alman Komünist Partisi'nin gençlik kolu. (k.ü.)