Enver Hoca’nın güç tiyatrosu
Gün Zileli’nin tanıklığı
Gün Zileli, altı ciltlik otobiyografisinin 1972-1983 yıllarını kapsayan Havariler başlıklı cildinde,[1] Arnavutluk Emek Partisi'nin (AEP) 1-7 Kasım 1976 tarihlerinde gerçekleştirilen 7. Kongresi’ne Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ni (TİİKP) temsilen katılımını ve Kongre’ye ilişkin gözlem ve yorumlarını ayrıntılı bir biçimde aktarıyor. Zileli, Havariler’de Arnavutluk ziyaretine tam 31 sayfa ayırmış.
Zileli,
Arnavutluk’a gidişini anlatmaya başlarken, 1976’nın Enver Hoca’nın "Üç
Dünya Teorisi"ne, Çin Komünist Partisi’ne (ÇKP) ve hatta doğrudan
"Mao Zedong düşüncesi"ne yönelik saldırılarının dozunu artırdığı yıl
olduğunu belirtiyor. “Aldığımız haberlere göre, Enver Hoca, yakında toplanacak
AEP'nin 7. Kongresi'nde, bu saldırısını taçlandıracaktı. AEP'nin içine girdiği
bu yönelimi endişeyle izliyorduk” diyor.[2]
AEP ile ÇKP
arasındaki gerilim hızla tırmanıyor olsa da TİİKP’in kongreye davet edilmesi,
henüz AEP’yle gemileri yakmadığını gösteriyor. Zileli de kitabında, bir TİİKP
Merkez Komitesi üyesinin 1976 yılının başında AEP'yi ziyaret ettiğini ve
AEP'nin, TİİKP'i resmen “kardeş parti” ilan etmesini sağladığını belirtiyor.
9 Mart 2025’te yayımladığımız blog
yazısında, Mao’nun 1960
yılında Che Guevara’ya, ülkesinin Çin ile ilişkisini nasıl bir hiyerarşi içinde
sürdürmesi gerektiğini göstermek için sahnelediği, son derece tuhaf ve Marksizm
ile bağdaştırılması mümkün olmayan "tek perdelik" güç tiyatrosunu irdelemeye
çalışmıştık.
Bu kez,
Zileli'nin Havariler’inden aktaracağımız pasajlar üzerinden,[3] bir
başka Stalinist diktatörün, Enver Hoca’nın başrolde olduğu ve yalnızca bir
başka lidere veya "kardeş" partilere değil, hasımlara, ülkenin
yönetimini elinde tutan ayrıcalıklı bürokratik kasta ve geniş kitlelere de
yönelik olarak sahnelenen "üç perdelik" başka bir güç tiyatrosundan
çarpıcı örneklere yer vereceğiz.[3]
(…) Enver Hoca'nın, bütün yabancı parti temsilcileriyle tanışacağı büyük
bir "resmi kabul" yapılacağı söylendi bize.
(…)
Enver Hoca'nın heyetleri kabul ettiği, salonun tam ortasındaki yükseltinin
etrafı da, yerden, özel olarak aydınlatılmıştı. Enver Hoca, bu yükseltinin üstünde
tek başına duruyordu. Ak saçlı, uzun boylu, oldukça yakışıklı bir adamdı. O
tarafa yaklaştığımda, belki özel ışıklandırmadan, belki de kendisine özel bir
makyaj yapılmış olduğundan, hem çevresinde hem de yüzünde, neredeyse
"ilahi" olduğuna inanacağım bir ışıltı olduğunu fark ettim. Heyetler,
hiyerarşik düzenlerini bozmadan ağır ağır onun önünden geçiyor, tercümanları
tarafından partilerinin adıyla Enver Hoca'ya takdim ediliyor, saygıyla Enver
Hoca'nın elini sıktıktan sonra, öbür kapıdan çıkıp arabalarına biniyorlardı.
(…)
AEP'nin 7. Kongresi'nin yapılacağı, İskender Bey Meydanı'na yakın ve hakim
bir konumdaki kongre binasına götürüldük. (…) Biraz sonra, sahne
ışıklandırıldı. Manzara şuydu: Sahnenin tam orta yerinde, uzun bir masa ve
parti politbüro üyelerinin oturacakları koltuklar bulunuyordu. Onların
arkasında aşağı yukarı altmış-yetmiş kişilik, konuk parti temsilcilerinin
oturacakları koltuklar sıralanmıştı. Biraz sonra ortalık hareketlendi.
Delegeler önce hep bir ağızdan parti marşları söylemeye başladılar. Ardından, o
malum "Parti-Enver" sloganı eşliğinde, dış partilerin temsilcileri,
yine hiyerarşik bir sıralanma içinde sahnedeki yerlerini aldılar. Bunun
ardından alkışlar ve sloganlarla politbüro üyeleri tek sıra halinde gelerek
yerlerine oturdular. (…)
Enver Hoca'nın dışında herkes yerini almıştı. Salondaki atmosfer artık en yüksek noktasına tırmanmıştı. Delegeler ayağa kalkmış, el çırpıp "Parti-Enver" diye bağırarak gözlerini tek bir noktaya dikmişlerdi. Bu nokta, sahnenin hemen yanındaki bir kapıydı. Salonun diğer yerleri hafifçe loş olmasına rağmen, güçlü bir spot ışığı bu kapıya çevrilmiş, o noktayı özel olarak aydınlatmıştı. Enver Hoca'nın birazdan bu kapıdan girmesi bekleniyordu. Biz seyirciler de heyecan içinde ayağa kalkmıştık. Bu teatral gösteri havasından enikonu rahatsız olmama rağmen, ben de diğerleriyle birlikte el çırpmaktan kendimi alamıyordum. (…)
Kongre delegeleri ve konuklar Enver Hoca'ya tezahürat yapıyorlar |
Sonunda Enver Hoca, aşağı yukarı on beş dakika süren el çırpışların ve sloganların en yüksek noktasında, gözlerin dikildiği kapıdan içeri avdet etti. Salonda korkunç bir tezahürat başladı. Bu tezahürat neredeyse yarım saat sürdü. (…) Sonunda ortalık duruldu, Enver Hoca, parti sekreteri olarak o uzun 7. Kongre ra9orunu okumaya başladı. (…) herhalde tüm parti temsilcilerinin Enver Hoca'yla aynı fikriyatta olduğunu göstermek amacıyla iyiden iyiye ışıklandırılmış sahnedeki delegeler ve politbüro üyeleri hep birlikte ayağa kalktılar, kollarını havaya kaldırıp el ele tutuştular. Enver Hoca da konuşmayı falan bir yana bırakmış, sağ yanındaki Mehmet Şeyhu ve sol yanındaki politbüro üyesiyle el ele tutuşmuştu. Bütün parti temsilcileri, sanki halay çeker gibi el ele, bir öne bir arkaya, bir sağa bir sola gidip geliyorlardı. Çok komik bir manzaraydı. (…)
Enver Hoca'ya bu genel gösteri de yetmemiş olacak ki, parti içindeki
"birliği" daha da vurgulamak için, Mehmet Şeyhu'yu elinden tutup ön
tarafa getirdi. Bu kez yalnızca ikisi el ele, bir adım ileri iki adım geri
giderek büyük bir birlik gösterisinde bulundular. Tabii o sırada, parti içinde,
Enver Hoca'yla Mehmet Şeyhu arasında büyük bir iktidar mücadelesinin cereyan ettiğinden
haberdar değildim.[4]
Halkın Yolu Yayınları'nın 1978'de yayımladığı "Enver Hoca - 70. Doğum Yıldönümü Albümü"nde o tarihte henüz tasfiye edilmemiş olan üç Politbüro üyesinin yüzünü görmek mümkün.[5] |
Ancak bu yöntemler
boşlukta ortaya çıkmadılar. Lev Trotskiy’in, Rus Devrimi'nin bürokratik
totalitarizme dönüşmesini tahlil ettiği Marksist başyapıtı İhanete Uğrayan
Devrim'de açıkladığı gibi, Stalin'i çevreleyen ve bir neden değil bir sonuç
olan “Kişi Kültü” iktidarı işçi sınıfının elinden gasp etmiş olan ayrıcalıklı
Sovyet bürokrasisinin kendi çıkarlarını kişileştirip savunabilecek bir yüce
lidere duyduğu ihtiyacı yansıtıyordu. Mao, Enver Hoca ve diğerleri de aynı
ihtiyaca cevap veren “güçlü adamlardı”:
İçinde taşıdığı karikatür öğelerine rağmen, Stalin’in giderek daha pervasız
bir biçimde putlaştırılması, rejim açısından bir zorunluluktur. Bürokrasi, bir
imparator olmasa da onun yerini dolduracak bir Birinci Konsül’e, yanılmaz bir
yüce hakeme ihtiyaç duyar ve kendi egemenlik iddiasına en uygun kişiyi
omuzlarında yükseltir. Batı’nın amatör edebiyatçılarının hayranlıkla bahsettiği
Şef’in “güçlü karakteri”, gerçekte, konumunu korumak için hiçbir şeyden
kaçınmayacak bir kastın kolektif baskısının bileşkesinden ibarettir. Her biri,
kendi koltuğunda otururken şöyle düşünür: L'état, c'est moi [Devlet
benim]. Her biri kendini Stalin’de kolaylıkla bulur. Ama Stalin de onların her
birinde kendi ruhunun bir parçasını görür. Stalin, bürokrasinin cisimleşmiş
hâlidir ve politik kişiliğinin özü de buradan gelir.[6]
Notlar:
[1] Gün Zileli, Havariler
(1972-1983), İletişim Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2011.
[2] a.g.e., s.
220.
[3] Zileli'nin
tanıklığı, Soğuk Savaş dönemindeki Arnavutluk'un siyasi ve bir ölçüde de
toplumsal ve ekonomik atmosferine ışık tutuyor. Konuya ilgili duyan okura
metnin tamamını okumasını tavsiye ediyoruz.
[4] a.g.e., s.
238-243
[5] Enver Hoca - 70. Doğum Yıldönümü Albümü, Halkın Yolu Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1978, s. 9.
[6] Leon Trotsky, The Revolution Betrayed: What Is the Soviet Union and Where Is It Going?, Labor Publications, Detroit, 1991, s. 236-237.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder