20 Kasım 2025

Document

A list of shame

The document below is the official list of banned books appended to the Orgburo decree of 14 June 1935. In this decree, the Orgburo found that the removal of Trotskyist-Zinovyevist literature from libraries had spiralled into an “uncontrolled and unmanageable purge”, with books being looted and destroyed. It therefore set out a detailed procedure to bring the process under discipline. Under the decree, only the works included in the attached list were to be removed, and this was to be carried out under the joint supervision of Glavlit [*] and NKVD officials.

A 1927 Soviet poster by Ivan M. Mashkov: “What interests you most? There are plenty of books in the library on the subjects that appeal to you.”

Appendix to item #139, Politburo Protocol #27

NOT FOR PUBLICATION

LIST OF TROTSKYIST-ZINOVIEVIST COUNTERREVOLUTIONARY LITERATURE SUBJECT TO REMOVAL FROM PUBLIC LIBRARIES

(Confirmed by the Politburo of the CC of the VKP(b) [**] 16 June 1935)

1. Trotsky – All books

2. G. Zinoviev – Philosophy of the Age, 1925

3. G. Zinoviev – Leninism, 1926

4. G. Zinoviev – Leninism and NEP, 1926

5. G. Zinoviev – The History of the Russian Communist Party of Bolsheviks [no date]

6. G. Zinoviev – The Theory of Marx and Lenin on War, 1930

7. G. Zinoviev – The Path of October, 1926

8. G. Zinoviev – We Are All Octobrists, 1924

9. G. Zinoviev – The Year of the Revolution (February 1917-March 1918)

10. G. Zinoviev – N. Lenin, 1920

11. G. Zinoviev – From the History of Our Party, 1923

12. G. Zinoviev – Our Differences of Opinion, 1926

13. G. Zinoviev – Of Made-up and Genuine Differences of Opinion in Our Party, 1926

14. L. Kamenev – Kamenev and Zinoviev on the Middle Peasant, 1926

15. A. Shliapnikov – The Year 1917, 1927 and 1931, books 1, 2,3,4

16. A. Shliapnikov – On the Eve of the Year 1917, part 1,3d edition, 1924, parts 1 and 2

17. A. Shliapnikov – On the Eve of the Year 1917, 1920

18. M. I. Yavorsky – A Short History of the Ukraine, 1927

19. M. I. Yavorsky – Essays from the History of the Revolutionary Struggle in the Ukraine, 1927

20. G. Gorbachev – Two Years of a Literary Revolution, 1926

21. Preobrazhensky – The Twilight of Capitalism, 1931

22. Preobrazhensky – Economic Crises Under NEP [no date]

23. V. Nevsky – The History of the Russian Communist Party [RKP(b)], 1926

24. V. Bulakh – On Farm Laborers, 1929

25. V. Vardin – The Bolsheviks After October [no date]

26. P. Zalutsky – Questions Pertaining to Party Work and Link Organizers [no date]

27. N. Maiorsky and N. Elvov – Leninism and an Assessment of the October Revolution [no date]

28. A. Lunacharsky – Revolutionary Profiles, 1923

29. G. Safarov – Foundations of Leninism, 1924

30. G. Safarov – On the Matter of Our Stabilization, 1925

31. Zalutsky and Safarov – On State Capitalism and Socialism: A Reexamination, 1926

32. G. Safarov – Leninism as a Theory of the Development of the Proletarian Revolution, 1925

33. G. Safarov – The Peasant Question and Leninism [no date]

34. G. Safarov – Lenin's Theory of Imperialism, 1925

35. A. Slepkov – On the Propagation of Leninism in the Workers' Party School, 1926

36. V. Volosevich – Organizational Principles of Bolshevism, 1929

37. V. Volosevich – A Course in the History of the VKP(b), 1930

38. V. Volosevich – A Very Short History of the VKP(b), 1931

39. V. Volosevich – A Course in the History of the VKP(b), 1931

40. V. Volosevich – The Thirteenth Party Congress, 1928

41. V. Volosevich – Bolshevism During the Years of the World War [no date]

42. V. Astrov – Democracy Within the Party [no date]

43. The Ninth of January: A Collection [of Articles] with a Foreword by V. Friche, 1924

The list was ratified on 16 June 1935.

[*] Glavlit was the principal institution responsible for state censorship of publishing and the press in the Soviet Union. Founded in 1922, its full name was Gosudarstvennoe upravlenie po delam literatury i izdatel'stv (the State Administration for Literature and Publishing). It exercised ideological oversight over books, newspapers, archives, and even library catalogues, determining which works could be published, which were to be banned, and which were to be placed in “special storage”.

[**] The All-Union Communist Party (Bolsheviks)

Source: J. Arch Getty ve Oleg V. Naumov, The Road to Terror: Stalin and the Self-Destruction of the Bolsheviks (1932-1939), Translated by Benjamin Sher, Yale University Press, New York, 1999, pp. 182-184.

19 Kasım 2025

Belge

Bir utanç listesi

Aşağıda yer alan belge, 14 Haziran 1935 tarihli Orgbüro kararının ekinde bulunan resmî yasaklı kitaplar listesidir. Orgbüro bu kararında, Trotskist-Zinovyevist literatürün kütüphanelerden çıkarılması sırasında “kontrolden çıkmış ve yönetilemez bir tasfiye”nin yürütüldüğünü, kitapların yağmalanıp tahrip edildiğini saptıyor ve süreci disipline etmek için ayrıntılı bir prosedür belirliyor. Karar uyarınca yalnızca ekteki listede yer alan eserlerin kaldırılması, bunun ise Glavlit [*] ve NKVD görevlilerinin ortak denetimi altında gerçekleştirilmesi öngörülüyor.

İvan M. Maşkov'un 1927 tarihli bir Sovyet posteri: "Sizi en çok ne ilgilendiriyor? Kütüphanede ilginizi çeken konularda çok sayıda kitap var."
Ek madde #139, Politbüro Protokolü #27

YAYIMLANMAMAK ÜZERE

KAMU KÜTÜPHANELERİNDEN ÇIKARTILMASINA KARAR VERİLEN TROTSKİST–ZİNOVYEVİST KARŞI-DEVRİMCİ LİTERATÜRÜN LİSTESİ

(VKP(b) [**] Merkez Komitesi Politbürosu tarafından 16 Haziran 1935’te onaylanmıştır)

1. Trotskiy – Tüm kitapları

2. G. Zinovyev – Çağın Felsefesi, 1925

3. G. Zinovyev – Leninizm, 1926

4. G. Zinovyev – Leninizm ve NEP, 1926

5. G. Zinovyev – Rusya Komünist Partisi (Bolşevikler) Tarihi, [tarihsiz]

6. G. Zinovyev – Marx ve Lenin’in Savaş Kuramı, 1930

7. G. Zinovyev – Ekim’in Yolu, 1926

8. G. Zinovyev – Hepimiz Oktobristiz, 1924

9. G. Zinovyev – Devrim Yılı (Şubat 1917-Mart 1918)

10. G. Zinovyev – N. Lenin, 1920

11. G. Zinovyev – Partimizin Tarihinden, 1923

12. G. Zinovyev – Görüş Ayrılıklarımız, 1926

13. G. Zinovyev – Partimizdeki Uydurma ve Gerçek Görüş Ayrılıkları Üzerine, 1926

14. L. Kamenev – Orta Köylülük Üzerine Kamenev ve Zinovyev'in Görüşleri, 1926

15. A. Şliyapnikov – 1917 Yılı, 1927 ve 1931 (cilt 1, 2, 3 ve 4)

16. A. Şliyapnikov – 1917 Yılının Arifesinde, 1924 (3. baskı, cilt 1 ve 2)

17. A. Şliyapnikov – 1917 Yılının Arifesinde, 1920

18. M. İ. Yavorskiy – Ukrayna'nın Devrimci Mücadele Tarihi Üzerine Denemeler, 1927

19. M. İ. Yavorskiy – Ukrayna Tarihine Kısa Bir Giriş, 1922

20. G. Gorbaçov – Bir Edebiyat Devrimi'nin İki Yılı, 1926

21. E. Preobrajenskiy – Kapitalizmin Alacakaranlığı, 1931

22. E. Preobrajenskiy – NEP Altında Ekonomik Krizler, [tarihsiz]

23. V. Nevskiy – Rus Komünist Partisi'nin [RKP(b)] Tarihi, 1926

24. V. Bulah – Çiftlik İşçileri Üzerine, 1929

25. V. Vardin – Ekim’den Sonra Bolşevikler [tarihsiz]

26. P. Zaltskiy – Parti Çalışması ve Ara Bağlantı Örgütçülerine İlişkin Sorunlar [tarihsiz]

27. N. Maiorskiy ve N. Elvov – Leninizm ve Ekim Devrimi’ne İlişkin Bir Değerlendirme [tarihsiz]

28. A. Lunaçarskiy – Devrimci Portreler, 1923

29. G. Safarov – Leninizmin Temelleri, 1924

30. G. Safarov – İstikrara Kavuşmamız Üzerine, 1925

31. Zalutskiy ve Safarov – Devlet Kapitalizmi ve Sosyalizm Üzerine: Yeni Bir Değerlendirme, 1926

32. G. Safarov – Proleter Devriminin Gelişme Kuramı Olarak Leninizm, 1925

33. G. Safarov – Köylü Sorunu ve Leninizm [tarihsiz]

34. G. Safarov – Lenin’in Emperyalizm Kuramı, 1925

35. A. Slepko – İşçi Partisi Okulunda Leninizmin Yaygınlaştırılması Üzerine, 1926

36. V. Voloseviç – Bolşevizmin Örgütsel İlkeleri, 1929

37. V. Voloseviç – VKP(b) Tarihi Üzerine Bir Ders, 1930

38. V. Voloseviç – VKP(b)’nin Çok Kısa Tarihi, 1931

39. V. Voloseviç – VKP(b) Tarihi Üzerine Bir Ders, 1931

40. V. Voloseviç – On Üçüncü Parti Kongresi, 1928

41. V. Voloseviç – Dünya Savaşı Yıllarında Bolşevizm [tarihsiz]

42. V. Astrov – Parti İçi Demokrasi [tarihsiz]

43. Dokuz Ocak: Bir Derleme [Makaleler], V. Friçe’nin Önsözüyle, 1924

Liste 16 Haziran 1935’te onaylanmıştır.

[*] Glavlit, Sovyetler Birliği’nde yayıncılık ve basın üzerindeki devlet sansüründen sorumlu ana kuruluştur. 1922’de kurulan bu kurumun tam adı Gosudarstvennoe upravlenie po delam literatury i izdatel’stv (Edebiyat ve Yayıncılık İşleri Devlet İdaresi) idi. Kitapların, gazetelerin, arşivlerin ve hatta kütüphane kataloglarının ideolojik denetimini yürütür; hangi eserlerin yayımlanabileceğine, hangilerinin yasaklanacağına ve hangilerinin “özel saklama”ya alınacağına karar verirdi.

[**] Tüm Birlik Komünist Partisi (Bolşevikler)

Kaynak: J. Arch Getty ve Oleg V. Naumov, The Road to Terror: Stalin and the Self-Destruction of the Bolsheviks (1932-1939), çev.: Benjamin Sher, Yale University Press, New York, 1999, s. 182-184.

17 Kasım 2025

Who were the true leaders of the October Revolution?

Albert Rhys Williams as witness

Albert Rhys Williams

American journalist Albert Rhys Williams (1883-1962) is among the most distinctive first-hand witnesses to the October Revolution. A North American trade unionist, journalist, and Protestant clergyman, Williams was also a close friend of John Reed and one of the few Western journalists who had the opportunity to meet Lenin and speak with him frequently.

Between 1900 and 1904, while studying at Marietta University in Ohio, Williams not only ran the university newspaper but also set about organising retail workers. From 1904 to 1907, whilst a student at the Hartford Theological Seminary, he wrote columns for the Hartford Evening Post addressing workers’ problems. After graduating and receiving his preaching licence, he spent the summer of 1907 working at the Presbyterian Church on Spring Street in New York, where he met Norman Thomas, who would later become the Socialist Party of America’s presidential candidate.

He then studied on a scholarship at the University of Cambridge and the University of Marburg (1907-1909). During this period, he established contacts within Labour Party circles in Britain and engaged directly with socialist ideas and the workers’ movement. Upon returning to the United States, he worked on the 1908 presidential campaign of the socialist Eugene Debs.

Between 1908 and 1914, Williams served as the minister of the Maverick Congregational Church in East Boston. He turned his pulpit into a platform for urging action to improve social conditions and supported the striking workers of the 1912 Lawrence Textile Strike by collecting donations from his congregation. In 1914, on the eve of the First World War, he took a leave of absence from his post and travelled to Europe, where he worked as a correspondent for Outlook magazine.

In 1917, in the midst of the war, the October Revolution broke out. It marked a major turning point in Williams’s life. Commissioned by the New York Post, he travelled to Petrograd to observe the revolution first-hand. That summer, he travelled across Russia, speaking with peasants, workers, soldiers and intellectuals, and taking the pulse of the revolution. When he returned to Petrograd in the autumn, he was reunited with John Reed and Louise Bryant. Together, they lived through the October Revolution, a defining moment in modern history. The acquaintance Williams formed with Lenin during this period left a lasting impression on him; he described Lenin as “the most civilised and humane person I have ever known.”

Born of these exceptional experiences, Through the Russian Revolution was published in 1921. [*] Unlike the countless studies on the revolution written in later years, Williams’s book is a first-hand account produced in the immediate aftermath of the events, while their imprint was still vivid. The reader feels as though they are walking the streets of Petrograd alongside him; throughout the book, one senses the revolution’s noise, hope, tension and turmoil.

This is precisely why the work is regarded as a “classic”. Williams depicts every detail of the revolution in strikingly vivid prose -from the debates at Smolny to the demonstrations in the streets, from his conversations with revolutionary leaders to the mood of ordinary people. He portrays Lenin and Trotsky, the two foremost leaders of the October Revolution, without glorifying them, eschewing clichés and presenting them in their genuine, human dimensions. His observations on Trotsky in particular offer a clear and honest perspective, long before the distortions manufactured during the Stalinist era.

Tariq Ali, in a selection he compiled for The Guardian on the centenary of the October Revolution, lists Williams’s book as one of the ten best works written on the revolution and explains his choice as follows:

Williams was already in Petrograd when Reed arrived and acted as a calming tutor to his wilder and more activist colleague. His book is in some ways a more solid work, helped by several conversations with Lenin and other Bolsheviks, as well as their opponents.

Unfortunately, Through the Russian Revolution has still not been translated into Turkish. It is undoubtedly a great loss that such a powerful first-hand account -one that conveys, with sharp and perceptive observations, how the October Revolution was lived, felt, and experienced in people’s minds and emotions- has yet to reach readers in Turkey.

Dedication page of the book
As in all the articles in our series, “Who were the true leaders of the October Revolution?”, we end this brief piece with a breakdown of how many times each Bolshevik leader is mentioned in the book:

In his book, Williams mentions:

• Lenin 25 times,

• Trotsky 23 times,

• Zinoviev 3 times,

• Kamenev 2 times.

Stalin, however, is not mentioned in the book at all.

[*] Albert Rhys Williams, Through the Russian Revolution, Boni and Liverright, New York, 1921.

16 Kasım 2025

Ekim Devrimi’nin gerçek önderleri kimdi?

Albert Rhys Williams’ın tanıklığı

Albert Rhys Williams
Amerikalı gazeteci Albert Rhys Williams (1883-1962), Ekim Devrimi’ni içeriden izleyen ve anlatan en özgün tanıklardan biridir. Kuzey Amerikalı bir sendikalist, gazeteci ve Protestan din adamı olan Williams, aynı zamanda John Reed’in yakın dostu, Lenin’le de şahsen tanışıp sık görüşme fırsatı bulmuş nadir Batılı gazetecilerden biriydi.

Williams, 1900-1904 yılları arasında Ohio’daki Marietta Üniversitesi’nde okurken üniversite gazetesini çıkarmanın yanı sıra perakende sektörü çalışanlarını sendikalaştırma mücadelesine girişti. 1904-1907’de Hartford Theological Seminary’de öğrenim görürken Hartford Evening Post’ta işçilerin sorunlarını ele alan köşe yazıları kaleme aldı. Mezun olup vaizlik lisansı aldıktan sonra 1907 yazında New York’taki Presbyterian Church on Spring Streets’te çalıştı; burada ileride ABD Sosyalist Partisi’nin başkan adayı olacak Norman Thomas ile tanıştı.

Ardından Cambridge Üniversitesi ve Marburg Üniversitesi’nde burslu olarak okudu (1907-1909). Bu dönemde Britanya İşçi Partisi çevreleriyle temas kurdu; sosyalist fikirler ve işçi hareketleriyle doğrudan etkileşime girdi. ABD’ye döndüğünde ise 1908’de sosyalist Eugene Debs’in başkanlık kampanyasında çalıştı.

Williams, 1908-1914 arasında East Boston’daki Maverick Congregational Church’te papazlık yaptı. Vaaz kürsüsünü toplumsal koşulların iyileştirilmesi yolunda mücadele çağrısı yapan bir kürsüye dönüştürdü; 1912 Lawrence Tekstil Grevi için cemaatten bağış toplayarak grevci işçilere destek verdi. 1914’te, I. Dünya Savaşı arifesinde, görevinden izin alarak Avrupa’ya gitti ve Outlook dergisi için muhabirlik yaptı.

1917 yılında ise, savaşın orta yerinde, Ekim Devrimi patlak verdi. Bu, Williams’ın hayatında büyük bir dönüm noktası oldu. New York Post tarafından görevlendirilerek Petrograd’a, devrimi yerinde izlemeye gitti. O yaz boyunca Rusya’nın dört bir yanında dolaştı; köylülerden işçilere, askerlerden aydınlara kadar toplumun farklı kesimleriyle konuştu, devrimin nabzını tuttu. Sonbaharda Petrograd’a döndüğünde John Reed ve Louise Bryant ile yeniden bir araya geldi. Birlikte, modern tarihin dönüm noktası olan Ekim Devrimi’ni bizzat yaşadılar. Williams’ın Lenin’le burada kurduğu tanışıklık, onun üzerinde kalıcı bir etki bıraktı; Lenin’i “şimdiye kadar tanıdığım insanlar içinde en medeni ve en insani olanıydı” diye tanımladı.

Bu eşsiz deneyimlerin sonucunda ortaya çıkan Through the Russian Revolution (Rus Devriminin İçinden) 1921’de yayımlandı. [*] Devrim üzerine sonradan kaleme alınan sayısız çalışmanın aksine, Williams’ın kitabı olayların hemen ardından, henüz sıcaklığı geçmeden yazılmış bir tanıklık niteliği taşır. Okur, Petrograd sokaklarında onunla birlikte dolaşıyormuş hissine kapılır; devrimin gürültüsünü, umudunu, gerilimini ve karmaşasını kitap boyunca duyumsar.

Eserin bir “klasik” sayılmasının nedeni de budur. Williams, Smolni’deki tartışmalardan sokaktaki gösterilere, devrimci önderlerle yaptığı sohbetlerden sıradan insanların ruh hâline kadar devrimin her ayrıntısını çok canlı bir dille betimler. Ekim Devrimi’nin iki en önemli önderi olan Lenin’i ve Trotskiy’i yüceltmeden, basmakalıp ifadelerin dışına çıkarak, gerçek ve insani yönleriyle anlatır. Özellikle Trotskiy’e dair gözlemleri, daha sonra Stalinist dönemin yaratacağı tahrifatın çok öncesinde, berrak ve dürüst bir perspektif sunar.

Tarık Ali, Ekim Devrimi’nin 100. yılında The Guardian gazetesi için hazırladığı seçkide Williams’ın kitabını devrimle ilgili yazılmış en iyi 10 kitaptan biri sayıyor ve bu tercihini şu şekilde gerekçelendiriyor: 

[John] Reed Petrograd’a geldiğinde Williams zaten oradaydı ve daha atılgan, daha eylemci olan meslektaşını sakinleştiren bir akıl hocası gibi davranıyordu. Williams’ın kitabı, Lenin’le, diğer Bolşeviklerle ve onların muhalifleriyle yaptığı görüşmelerin de katkısıyla, bazı açılardan Reed’inkinden daha kapsamlı ve daha sağlam bir çalışma.

Ne yazık ki Through the Russian Revolution hâlâ Türkçeye çevrilmiş değil. Ekim Devrimi’nin nasıl yaşandığını, nasıl hissedildiğini, insanların zihinlerinden ve duygularından neler geçtiğini keskin gözlemler eşliğinde anlatan böylesine güçlü bir tanıklığın Türkiyeli okura ulaşmamış olması hiç kuşkusuz büyük bir eksiklik.

Kitabın ithaf sayfası: RUSYA'NIN DEVRİMİ SAVUNURKEN CAN VEREN İŞÇİLERİNE VE KÖYLÜLERİNE
"Azınlığın zenginliğine, iktidarına ve bilgisine karşı bir savaş başlattınız ve zenginliğin, iktidarın ve bilginin evrensel olması için şanla öldünüz."
Ekim Devrimi'nin gerçek önderleri kimdi?” serisindeki tüm yazılarımızda olduğu gibi, bu kısa yazıyı da kitapta hangi Bolşevik liderden kaç kez söz edildiğinin bir dökümünü çıkararak bitiriyoruz:

Williams bu kitabında:

• Lenin’in adını 25,

• Trotskiy’in adını 23,

• Zinovyev’in adını 3,

• Kamenev’in adını 2 kez anıyor.

Stalin’in adından ise kitapta hiç söz edilmiyor.

[*] Albert Rhys Williams, Through the Russian Revolution, Boni and Liverright, New York, 1921.

14 Kasım 2025

 Çeviri:

Nasıl Oldu

Natalya Sedova

Bölüm 1 | Bölüm 2 | Bölüm 3 |  Bölüm 4

Son Saatler

Natalya, Green Cross Hastanesi'nde
Ambulans kargaşa içinde uğuldayan şehrin boş telaşı ve insan gürültüsünün içinden ve göz alıcı akşam ışıklarının altından hızla geçiyor; sireni durmaksızın çalarken, polis motosikletlerinin acı acı öten düdükleri eşliğinde trafikte kıvrılarak ilerliyor, arabaları birer birer solluyordu. Yaralıyı, yüreğimizde dayanılmaz bir acıyla ve her geçen dakika artan bir kaygıyla taşıyorduk. Bilinci açıktı. Bir eli vücudu boyunca sessizce, hareketsiz uzanıyordu. Felç olmuştu.

Dr. Dutren bunu bana evde, yemek odasında, yerde yaptığı muayenenin ardından söylemişti. Öteki eli -sağ eli- ise sanki koyacak bir yer bulamıyormuş gibiydi; durmadan havada daireler çiziyor, bana dokunuyor, adeta rahat edebileceği bir yer arıyordu. Konuşması gitgide zorlaşıyordu. Ona iyice eğilerek nasıl hissettiğini sordum.

“Şimdi daha iyi,” diye yanıtladı Lev Davidoviç.

“Şimdi daha iyi.” Bu söz kalbimde keskin bir umut kıpırtısı yarattı. Kulakları sağır eden gürültü, düdükler ve siren hâlâ inlemeye devam ediyordu ama kalbim umutla çarpıyordu. “Şimdi daha iyi.”

Ambulans hastaneye yanaştı. Durdu. Etrafımızda bir kalabalık toplanmıştı. “Düşmanlar olabilir,” diye geçti aklımdan -benzer durumlarda olduğu gibi bu düşünce zihnimde bir şimşek gibi çakmıştı. “Arkadaşlarımız nerede? Sedyenin etrafını kuşatmaları lazım...”

Şimdi karyolanın üzerinde yatıyordu. Doktorlar sessizce yarayı incelediler. Onların talimatıyla bir “hemşire” saçını tıraş etmeye başladı. Karyolanın başucunda duruyordum. Lev Davidoviç, belli belirsiz bir gülümsemeyle, “Gördün mü,” dedi, “bir berber bile bulduk…”

Hâlâ beni kolluyordu. O gün saçını kestirmek için bir berber çağırmamız gerektiğinden söz etmiştik ama buna fırsat bulamamıştık. Şimdi bu sözüyle bana bunu hatırlatıyordu. Lev Davidoviç, tam orada, benden birkaç adım ötede duran Joe’yu yanına çağırdı ve -sonradan öğrendiğime göre- ondan hayata veda ederken son sözlerini not etmesini istedi. Joe’ya Lev Davidoviç’in kendisine ne dediğini sorduğumda, “Fransız istatistikleri hakkında bir not yazmamı istedi,” diye yanıt verdi. Böyle bir anda Fransız istatistiklerinden söz etmesine çok şaşırmıştım. Garip gelmişti. Yalnızca eğer durumu düzelmeye başlamışsa böyle bir şey söylemiş olabilirdi…

Karyolanın başında duruyor, yarasına bir parça buz tutuyor ve olup biteni dikkatle dinliyordum. Onu soymaya başladılar. Rahatsız olmasın diye iş ceketini makasla kestiler; doktor, “hemşire”ye cesaret vermek istercesine ona kibarca bir bakış attı. Ardından örgü yeleği, sonra da gömleğini kestiler. Saatini bileğinden çıkardılar. Daha sonra kalan giysilerini kesmeden çıkarmaya koyuldular. O sırada bana, “Beni onların soymasını istemiyorum… Beni sen soy,” dedi. Bunu çok açık bir şekilde söyledi; ama sözü, derin bir hüzün ve ağır bir ciddiyet taşıyordu.

Bunlar bana söylediği son sözlerdi. Onu soymayı bitirdiğimde üzerine eğildim ve dudaklarına dudaklarımla dokundum. Karşılık verdi. Yeniden… Ve bir kez daha karşılık verdi… Ve sonra yine. Bu, bizim son vedalaşmamızdı. Ama bunun farkında değildik.

Hasta komaya girdi. Ameliyat da onu bu durumdan çıkaramadı. Gözlerimi hiç ayırmadan bütün gece başucunda nöbet tuttum, “uyanmasını” bekleyerek. Gözleri kapalıydı; ama nefesi -kimi zaman ağır, kimi zaman düzenli ve sakin- insana yine de bir umut veriyordu. Ertesi gün de aynı şekilde geçti. Öğle vakti, doktorların değerlendirmesine göre bir iyileşme belirtisi vardı. Ama günün sonuna doğru, hastanın nefes alışında birden keskin bir değişiklik oldu. Nefesi hızlandı, giderek daha da hızlandı; bu hâli ölümcül bir korku yayıyordu insana. Doktorlar ve hastane personeli, yatağının çevresini sarmışlardı. Açıkça telaş içindeydiler. Kendimi tutamayarak bunun ne anlama geldiğini sordum. Yalnızca içlerinden biri -daha temkinli olanı- yanıt verdi: “Geçecek.” dedi. Diğerleri sessiz kaldı. O anda bütün tesellilerin ne kadar boş ve durumun aslında ne kadar umutsuz olduğunu anladım.

Onu kaldırdılar. Başının bir omzuna doğru düştüğünü gördüm. Elleri, Titian’ın Çarmıhtan İndiriliş tablosundaki figürler gibi cansızca sarkıyordu. Ölmekte olan adamın başında, dikenli bir taç yerine şimdi bir bandaj vardı. Yüzündeki ifade hâlâ aynı saflığı ve gururu taşıyordu. Sanki her an doğrulup yine her şeyi kendi ellerine alacakmış gibi görünüyordu. Ama yara beynine çok derinlemesine işlemişti. O tutkuyla beklenen uyanış asla gelmedi. Sesi de kesilmişti artık. Her şey bitmişti. Artık yaşayanlar arasında değildi.

Trotskiy'in Dördüncü Enternasyonal'in bayrağına sarılmış tabutu
Aşağılık katillerin hesap verecekleri gün elbette gelecektir. Kahramanca ve güzelliklerle dolu hayatı boyunca Lev Davidoviç, geleceğin özgürleşmiş insan soyuna inanıyordu. Hayatının son yıllarında da bu inancı sarsılmadı; tersine, daha da olgunlaştı, her zamankinden daha sağlam bir hâl aldı.

Tüm baskılardan kurtulmuş geleceğin insan soyu, her türlü zorlama ve tahakküm karşısında zafer kazanacaktır. O bana buna inanmayı da öğretti.

Bitti

13 Kasım 2025

Çeviri:

Nasıl Oldu

Natalya Sedova

Bölüm 1 | Bölüm 2 | Bölüm 3 |  Bölüm 4

Suikast

“Jacson”la birlikte Lev Davidoviç’e yaklaştığımızda, o bana Rusça, “Biliyorsun,” dedi, “Sylvia’nın bize uğramasını bekliyor. Yarın gidiyorlarmış.” Bu, onları çaya -hatta belki akşam yemeğine- davet etmem gerektiğine dair bir imaydı.

“Yarın ayrılacağınızı ve Sylvia’yı buraya beklediğini bilmiyordum,” dedim (Jacson’a dönerek).

“Evet... evet... Size söylemeyi unutmuşum.”

“Keşke bilseydim, New York’a birkaç şey gönderebilirdim.”

“Yarın saat birde uğrayabilirim.”

“Hayır, hayır, teşekkür ederim. Bu ikimiz için de zahmetli olur.”

Trotskiy ve Sedova'nın Meksiko'da Avenida Viena caddesi üzerindeki evi
Ve Lev Davidoviç’e dönerek, Rusça, Jacson’a çay ikram ettiğimi, ancak kendini iyi hissetmediğini, korkunç bir susuzluk çektiğini söyleyip çayı reddederek yalnızca bir bardak su istediğini anlattım. Lev Davidoviç ona dikkatle baktı ve hafif bir sitemle, “Sağlığın yine kötüleşti, hasta görünüyorsun... Bu iyi değil,” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu. Lev Davidoviç, tavşanların yanından ayrılmak istemiyordu ve bir makale dinleyecek havada da değildi. Ama kendini toparladı ve “Ne dersin, makaleni gözden geçirelim mi?” dedi.

Kafesleri düzenli bir şekilde kapattı ve iş eldivenlerini çıkardı. Ellerine, daha doğrusu parmaklarına özenle bakardı; en ufak bir sıyrık bile onu rahatsız eder, yazı yazmasını güçleştirirdi. Kalemini de parmakları gibi her zaman düzenli tutardı. Mavi bluzunu silkeledi ve “Jacson”la ve benimle birlikte, sessizce ve yavaş adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Onlarla Lev Davidoviç’in çalışma odasının kapısına kadar geldim; kapı kapandı, ben de yan odaya geçtim…

Üç-dört dakikadan fazla bir süre geçmemişti ki korkunç, insanın ruhunu ürperten bir çığlık duydum. Bu çığlığı kimin attığını bile fark etmeden, sesin geldiği yöne doğru koştum. Yemek odasıyla balkonun arasında, eşikte, kapı pervazının yanında ve ona yaslanmış halde... Lev Davidoviç duruyordu. Yüzü kana bulanmıştı; gözlüksüz gözleri keskin bir mavilikle parlıyordu ve elleri yere doğru sarkıyordu.

Meksika polisinin cinayeti canlandırdığı dehşet verici sahne
“Ne oldu? Ne oldu?”

Kollarımı ona doladım ama hemen cevap vermedi. Aklımdan bir anda türlü düşünceler geçti. Belki de tavandan bir şey düşmüştü -orada bazı onarım çalışmaları yapılıyordu- ama o neden buradaydı?

Ve bana, en ufak bir öfke, sitem ya da kızgınlık belirtisi göstermeksizin, sakin bir sesle “Jacson,” dedi. Lev Davidoviç bunu, “İşte oldu” der gibi söyledi. Birkaç adım attık ve onun, benim yardımımla, oradaki küçük halının üzerine yığıldığını gördüm.

“Nataşa, seni seviyorum!” Bunu o kadar beklenmedik, o kadar ciddi, neredeyse sert bir ifadeyle söyledi ki, içimi saran şokun etkisiyle güçsüzce ona doğru eğildim.

“Ah... ah... hiç kimsenin, ama hiç kimsenin, üzeri aranmadıkça seni görmesine izin verilmemeliydi...”

Yarılmış başının altına dikkatlice bir yastık yerleştirdim, yarasının üzerine buz koydum ve yüzündeki kanı pamukla sildim…

Natalya, Trotskiy ve Seva (1939)
“Seva bu olanların hiçbirine tanık olmamalı…”

Zorlukla konuşuyordu, sesi boğuk ve anlaşılmazdı; ama -bana öyle geldi ki- bunun farkında değildi.

“Biliyorsun, orada…” Gözleri odasının kapısına doğru kaydı. “Hissettim… Ne yapmak istediğini anladım… Bana bir kez daha… vurmak istedi… ama izin vermedim.” Sakin, pes bir sesle konuşuyordu ve sesi titriyordu.

“Ama izin vermedim.” Sözlerinde belli belirsiz bir memnuniyet tınısı vardı. Aynı anda Lev Davidoviç Joe’ya döndü ve onunla İngilizce konuştu. Joe, tıpkı benim gibi, yerde diz çökmüş haldeydi; karşılıklı duruyorduk. Ne dediğini duymaya çalıştım ama kelimeleri ayırt edemedim. Tam o anda, yüzü tebeşir gibi bembeyaz, elinde tabancasıyla Charlie’nin Lev Davidoviç’in odasına koştuğunu gördüm.

“Peki ya o ne olacak?” diye sordum Lev Davidoviç’e. “Onu öldürecekler.”

“Hayır... Öldürülmesine izin verilemez, konuşturulmalı,” diye cevapladı Lev Davidoviç; kelimeleri hâlâ güçlükle, yavaş yavaş telaffuz ediyordu.

Ansızın ince, acınası bir inilti kulağımıza geldi. Ne yapacağımı bilemeden Lev Davidoviç’e baktım. O da gözlerini belli belirsiz oynatarak odasının kapısını işaret etti ve küçümseyen bir ses tonuyla, “Bu o,” dedi... “Doktor hâlâ gelmedi mi?”

“Her an gelebilir... Charlie onu almak için arabayla gitti.”

Doktor geldi, yarayı inceledi ve tedirgin bir tavırla durumun “tehlikeli olmadığını” söyledi. Lev Davidoviç bunu sakince, neredeyse kayıtsızca karşıladı; sanki böyle bir durumda bir doktordan başka türlüsünü duymayı zaten beklemiyormuş gibiydi. Ama Joe’ya dönerek, kalbini işaret etti ve İngilizce olarak, “Burada hissediyorum... Bu sefer başardılar,” dedi. Bunu benim anlamamam için İngilizce söylemişti.

Devam edecek

12 Kasım 2025

 Çeviri:

Nasıl Oldu

Natalya Sedova

Bölüm 1 | Bölüm 2 |  Bölüm 3Bölüm 4

Jacson gelir

Saat beşte her zamanki gibi ikimiz çay içtik. Beşi yirmi geçe, belki buçukta, balkona çıktığımda L.D.’yi avluda, açık bir tavşan kafesinin yanında gördüm. Hayvanları besliyordu. Yanında tanımadığım biri vardı. Şapkasını çıkarıp balkona doğru yaklaşmaya başladığında ancak o zaman tanıdım: “Jacson”dı.

“Yine geldi,” diye geçti aklımdan. “Neden bu kadar sık gelmeye başladı?” diye sordum kendi kendime.

Beni selamladıktan sonra, “Fena halde susadım, bir bardak su alabilir miyim?” diye sordu.

“İstersen bir bardak çay getireyim?”

“Yok yok. Çok geç yemek yedim ve yemeğin hâlâ buramda durduğunu hissediyorum,” dedi boğazını işaret ederek. “Beni boğuyor.” Yüzü griye çalan bir yeşile dönmüştü. Genel hali de son derece gergindi.

“Neden şapka ve pardösü giyiyorsun? Bugün hava güneşli.” (Pardösü sol kolunun üzerinden sarkıyor, vücuduna sıkıca bastırılmış duruyordu.)

“Evet ama bunun uzun sürmeyeceğini biliyorsun, yağmur yağabilir.”

“Bugün yağmur yağmaz,” deyip onun en kötü havada bile şapka ya da palto giymediğini söylemek istedim; ama nedense birden içim sıkıldı ve konuyu kapattım. Bunun yerine, “Peki Sylvia nasıl?” diye sordum.

"Jacques Mornard", 1938'de Paris'te, Sylvia Agelof (sağda) ve Maria Craipeau ile birlikte
Beni anlamıyor gibiydi. Az önce pardösüsü ve şapkasıyla ilgili sorum onu huzursuz etmişti. Kendi düşüncelerine tamamen dalmıştı ve son derece gergindi. Sonunda, sanki derin bir uykudan uyanır gibi cevap verdi: “Sylvia?… Sylvia?...” Ardından kendine gelir gibi olup kayıtsız bir sesle ekledi: “O her zaman iyidir.”

Sonra tekrar Lev Davidoviç’e ve tavşan kafeslerine doğru yürümeye başladı. Uzaklaşırken ona seslendim: “Makalen hazır mı?”

“Evet, hazır.”

“Daktiloya çekildi mi?”

Elini garip bir hareketle kaldırıp, vücuduna bastırmaya devam ettiği -sonradan astarına bir kazma ve bir hançer dikilmiş olduğu ortaya çıkan- paltosunun içinden daktilo edilmiş birkaç sayfa çıkardı.

“Yazınızın elle yazılmamış olması iyi. Lev Davidoviç hiç hoşlanmaz okunaksız el yazmalarından.”

1950 yılında hazırlanan ve Mercader'in 1935 yılındaki parmak izini Jacson-Mornard'ın 1940 yılındaki parmak iziyle eşleştiren bir analiz raporu.
İki gün önce de pardösü ve şapkasıyla bize gelmişti. O sırada evde olmadığım için onu görememiştim. Ancak Lev Davidoviç bana, Jacson’ın uğradığını ve davranışlarıyla kendisini biraz şaşırttığını söylemişti. Bunu anlatış tarzından, konuyu ayrıntılandırmak istemediği anlaşılıyordu; buna rağmen, adamda yeni bir şeyler sezinlediği için bana bundan söz etme gereğini de duymuştu.

“Makalesinin ana hatlarını getirdi; aslında yalnızca birkaç satırlık karmakarışık bir şeydi. Ona bazı önerilerde bulundum. Bakalım,” demişti Lev Davidoviç. Sonra da eklemişti: “Dün hiç Fransız’a benzemiyordu. Birden masanın üzerine oturdu ve bütün o süre boyunca şapkasını çıkarmadı.”

“Evet, tuhaf,” dedim şaşkınlıkla. “Normalde hiç şapka takmazdı.”

“Bu sefer şapka takmıştı,” diye karşılık verdi Lev Davidoviç ve konuyu daha fazla uzatmadı. Bunu çok sıradan bir tonla söyledi. Ama ben şaşırmıştım: Bana, Jacson’da yeni bir şey fark etmiş ama henüz bir sonuca varmıyor, daha doğrusu bir sonuç çıkarmak için acele etmiyormuş gibi geldi. Aramızdaki bu kısa konuşma cinayetin arifesinde geçmişti.

Şapka takmak... Pardösüyü kolunun altında taşımak... Masanın üzerine oturmak... Bütün bunlar onun açısından bir prova değil miydi? Ertesi gün yapacağı hareketleri daha kesin, daha isabetli hale getirmek için olmalıydı.

O zaman kim bundan şüphelenebilirdi ki? Bizde en fazla bir mahcubiyet duygusu uyandırmıştı, o kadar. Bu kadar sıradan görünen 20 Ağustos gününün bu denli meşum bir gün olacağını kim tahmin edebilirdi? Hiçbir şey o günün uğursuzluğuna işaret etmiyordu. Güneş, burada her zaman olduğu gibi, şafaktan beri parlıyordu. Çiçekler açmıştı, çimenler sanki verniklenmiş gibi ışıldıyordu… Her birimiz kendi işlerimize koyulmuş, hepimiz Lev Davidoviç’in çalışmasını kolaylaştırmak için elimizden geleni yapıyorduk. O gün boyunca L.D. kaç kez aynı balkonun küçük basamaklarını çıkmış, odasına girmiş, masanın yanındaki aynı sandalyeye oturmuştu… Bütün bunlar o zaman bize ne kadar sıradan görünürdü; şimdi ise tam da bu sıradanlıkları yüzünden korkunç ve trajikler. Aramızdaki hiç kimse, hiçbirimiz -o bile- yaklaşmakta olan felaketi hissedemedi. Ve bu hissedemeyişin içinde bir uçurum açılıyordu. Aksine, günün tamamı en sakin günlerden biriydi. Lev Davidoviç öğle vakti avluya çıktığında kavurucu güneşin altında başı açık durduğunu fark ettim ve acımasız ışınlardan korunması için beyaz şapkasını getirmeye koştum. Onu güneşten korumak için… Oysa tam o anda bile çoktan korkunç bir ölümün tehdidi altındaydı. O saatte başına gelecek olanı sezmemiştik; yüreğimizde bir umutsuzluk dalgası henüz kopmamıştı.

Trotskiy'i koruyan ekibin başında yer alan Harold Robbins
Evdeki, bahçedeki ve verandadaki alarm sistemi arkadaşlarımız tarafından kurulurken ve nöbetçiler görevlendirilirken, Lev Davidoviç’i penceresinin önüne de bir nöbetçi yerleştirilmesi gerektiği konusunda uyarmış olduğumu hatırlıyorum. O zamanlar bu bana çok gerekli görünmüştü. Fakat L.D., bunun koruma görevlisi sayısını ona çıkarmayı gerektireceğini, bunun da hem mali kaynaklar açısından hem de örgütümüzün emrinde kullanılabilecek insan sayısı bakımından olanaklarımızın çok ötesinde olduğunu söyledi. Ayrıca, pencerenin önüne yerleştirilecek bir nöbetçi bu özel durumda onu kurtaramazdı -yine de böyle birinin yokluğu beni huzursuz ediyordu. L.D., 24 Mayıs saldırısından sonra Amerikalı arkadaşlarımızın kendisine verdiği bir hediyeden çok etkilenmişti. Bu, kurşun geçirmez bir yelekti -eski çağlardan kalma zırhlı bir gömleği andıran bir şeydi. Bir gün onu incelerken kafayı koruyacak bir şeyin de gerekli olacağını söylemiştim. L.D. ise her seferinde en fazla sorumluluk içeren nöbet görevine atanan yoldaşın bu yeleği giymesinde ısrar etti. 24 Mayıs saldırısında düşmanlarımızın uğradığı başarısızlıktan sonra Stalin’in durmayacağına kesin olarak inanıyorduk ve hazırlık yapıyorduk. G.P.U.’nun farklı bir saldırı biçimi uygulayacağını da hesaba katıyorduk. Ayrıca G.P.U. tarafından gizlice gönderilecek ve parayla tutulmuş “münferit bir kişi” tarafından yapılacak bir saldırıyı da dışlamıyorduk. Fakat ne yelek ne de kask gerçek anlamda korunma sağlayabilirdi. Bu tür koruma önlemlerini her gün sürekli uygulamak mümkün değildi. Hayatı bütünüyle yalnızca öz savunma üzerine kurmak imkânsızdı; zira böyle yaşandığında hayat bütün anlamını yitirir.

Devam edecek