26 Ağustos 2025

On Vartan İhmalyan’s political autobiography, Bir Yaşam Öyküsü (A Life Story) (2)

The period in which İhmalyan wrote his political autobiography

When examining Vartan İhmalyan’s political autobiography Bir Yaşam Öyküsü (A Life Story), the obvious starting point is to establish the years in which it was written. Once that is clear, the political climate of the time when İhmalyan set down his memoirs will offer us valuable insights.

Unfortunately, I have found no sources on this matter other than the information contained in the book itself. Fortunately, however, in Bir Yaşam Öyküsü the author offers the reader unsystematic, yet highly useful, clues about the years in which he wrote it.

It seems that İhmalyan began writing his memoirs in 1968. We can infer this from the following remark on the opening pages of the book: “As I write these lines now, I am sixty-five” (p. 16).

Twenty-three pages later, he writes: “As I write these lines, I am sixty-seven” (p. 39). We can therefore infer that, over the course of nearly two years up to 1970, İhmalyan had completed just over ten per cent of the book.

Vartan İhmalyan in Warsaw with Nâzım Hikmet in 1958, that is, ten years before he began writing his memoirs
Forty pages later, while referring to the period when he was conscripted for the third time under the 20 Class Military Service (20 Kura Askerlik) [*] scheme -that is, in 1941- he writes: “Although thirty-seven years have passed since then” (p. 79). This points to the year 1978. It seems, therefore, that by 1978 the author had completed only a quarter of the book.

Towards the end of the book, while recounting the dissolution of the TKP Moscow Group in 1965 by the three-man core of the TKP Central Committee -synonymous with the External Bureau- consisting of Baştımar, Bilen and Pehlivanyan, he notes that from that point onwards he was no longer asked to pay party dues. In parentheses, he gives the date: “(As I write these lines, it is January 1979)” (p. 249). A further sixty-three pages on, he adds: “Today, 20 January 1979, I came across the 24 July issue of ‘Kitle’ magazine, published in Istanbul” (p. 312). These remarks show that he was still working on his memoirs in January 1979.

On the final page of the book, we find the following note: “These days (May 1979), Brezhnev and Carter are expected to conclude an agreement in Vienna on the limitation of strategic offensive weapons” (p. 336). In this way, we can determine with certainty when İhmalyan brought the book to a close.

The dates above show that İhmalyan completed his book over a period of roughly eleven years, and that three-quarters of it were written in the final year and a half. Yet although the writing progressed at an uneven pace, it should be remembered that this unevenness is not as great as it might at first seem. This is because the final third of the book includes a considerable number of documents in the form of correspondence and letters.

It is quite clear that İhmalyan began writing his memoirs several years after being completely excluded by the party’s Central Committee. In fact, his decision to confront those who had expelled him and his comrades by setting down his memoirs in 1968 was far from typical behaviour. At that time, writing memoirs was something firmly avoided among Turkish “communists” -even those living abroad- who had long been subjected to severe repression and torture.

I have found not the slightest hint, either in the book or in any other source, as to why İhmalyan -who was to die in 1987- brought Bir Yaşam Öyküsü to a close in 1979 and did not record his political experiences from the years that followed. A number of factors, including his health, may have played a part. Perhaps in time we may come across some information shedding light on the reasons for this.

[*] The 20 Class Military Service: “At the outbreak of the Second World War, a decision was taken to call up non-Muslims born between the Hijri years 1312 and 1332 (Gregorian 1895 to 1915) for military service. Within 48 hours, virtually all minority men aged between 26 and 45 were conscripted. The measures were carried out with such haste that the police would stop people in the street, check their papers, and take them away. Some of these men were issued with the brown labourers’ uniforms that had originally been sent as relief for the 1939 Erzincan Earthquake and were put to work in construction and road building. Among those conscripted were men serving for a second, or even a third time, and others who had only recently been discharged from the army.” (Yalçın Koçoğlu, Hatırlıyorum: Türkiye’de Gayrimüslim Hayatlar [I Remember: Non-Muslim Lives in Turkey], Metis, Second Edition, August 2008, Istanbul, p. 40.)

To be continued

See also:

Who was Vartan İhmalyan?

Vartan İhmalyan’s superficial impressionism

From Vartan İhmalyan’s pen: Aram Pehlivanyan (1)

From Vartan İhmalyan’s pen: Aram Pehlivanyan (2)

From Vartan İhmalyan’s pen: Aram Pehlivanyan (3)

From Vartan İhmalyan’s pen: İsmail Bilen (1)

24 Ağustos 2025

Vartan İhmalyan’ın siyasi otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü üzerine (2)

İhmalyan’ın siyasi otobiyografisini yazdığı dönem

Vartan İhmalyan’ın siyasi otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü’nü incelerken başlangıç noktası, kitabın hangi yıllarda kaleme alındığını saptamak olmalı hiç kuşkusuz. Bunu belirledikten sonra, İhmalyan’ın anılarını yazdığı dönemin siyasi konjonktürü bize önemli ipuçları sunacaktır.

Bu konuda, bizzat kitapta yer alan bilgiler dışında herhangi bir kaynağa rastlamadım maalesef. Neyse ki yazar, Bir Yaşam Öyküsü’nde, kitabı hangi yıllarda yazdığına dair okura sistematik olmayan ama oldukça faydalı ipuçları veriyor.

İhmalyan’ın anılarını 1968 yılında yazmaya başladığı anlaşılıyor. Bunu, kitabın ilk sayfalarında yer alan şu ifadeden çıkarabiliyoruz: “Şimdi şu satırları yazarken altmış beşindeyim” (s. 16).

23 sayfa sonra ise, “Bu satırları yazarken 67 yaşındayım” (s. 39) diyor. Dolayısıyla İhmalyan’ın, 1970 yılına kadar geçen yaklaşık iki yıl içinde kitabın kabaca yüzde 10’undan biraz fazlasını yazmış olduğunu anlıyoruz.

Vartan İhmalyan 1958 yılında, yani anılarını yazmaya başlamadan 10 yıl önce Varşova'da, Nâzım Hikmet'le birlikte
40 sayfa sonra, 20 Kura Askerlik [*] kapsamında üçüncü kez askere alındığı dönemden, yani 1941 yılından söz ederken şu ifadeyi kullanıyor: “Aradan 37 yıl geçmiş olduğu halde” (s. 79). Bu da 1978 yılına denk düşüyor. Demek ki 1978’de yazar kitabın henüz yalnızca dörtte birini kaleme almış.

Kitabın sonlarına doğru, TKP Moskova Grubu’nun 1965 yılında, TKP Merkez Komitesi ve onunla aynı anlama gelmek üzere Dış Büro’nun üçlü çekirdeği (Baştımar, Bilen ve Pehlivanyan) eliyle dağıtılmasından söz ederken, kendisinden o tarihten itibaren artık parti aidatı istenmediğini belirtiyor. Parantez içinde de “(Ben bu satırları yazarken 1979 yılının Ocak ayı)” (s. 249) diyerek tarih veriyor. Ayrıca 63 sayfa sonra, “Bugün, 20 Ocak 1979’da, elime, İstanbul’da çıkan ‘Kitle’ dergisinin 24 Temmuz tarihli sayısı geçti” (s. 312) diye ekliyor. Bu ifadeler, Ocak 1979’da anılarını hâlâ yazmakta olduğunu gösteriyor.

Kitabın son sayfasında ise şu tarih karşımıza çıkıyor: “Bugünlerde (Mayıs 1979) Brejnev’le Carter’in stratejik saldırı silahlarını kısıtlama konusunda, Viyana’da bir anlaşma bağlamaları bekleniyor.” (s. 336). Böylece İhmalyan’ın kitaba son noktayı ne zaman koyduğunu kesin biçimde saptayabiliyoruz.

Yukarıdaki tarihler bize, İhmalyan’ın kitabını yaklaşık olarak 11 yılda tamamladığını ve bu sürecin son bir buçuk yılında kitabın dörtte üçünü yazdığını gösteriyor. Ancak yazım sürecinin eşitsiz bir hızla ilerlediği açık olmakla birlikte, bu eşitsizliğin göründüğü kadar büyük olmadığını unutmamak gerekir. Zira kitabın son üçte birlik bölümünde belge niteliği taşıyan çok sayıda yazışma ve mektuba da yer veriliyor.

İhmalyan’ın anılarını, partinin Merkez Komitesi tarafından tamamen dışlandıktan birkaç yıl sonra yazmaya başladığı çok açık. İhmalyan’ın 1968 yılında kendisini ve yoldaşlarını partiden dışlayanlarla bu şekilde anılarını yazarak hesaplaşmaya girişmesi hiç de tipik bir tutum değildi aslında.  O dönemde uzun yıllardır çok ağır baskılara ve işkencelere maruz kalmakta olan Türkiyeli “komünistler” arasında, yurtdışında yaşıyor olsalar bile anı yazmak kesinlikle uzak durulan bir şeydi.

1987 yılında ölecek olan İhmalyan’ın Bir Yaşam Öyküsü’nü neden 1979 yılında noktaladığına, sonraki yıllara ait siyasi anılarını neden yazmadığına dair kitapta ya da herhangi bir kaynakta en ufak bir ipucu bulamadım. Sağlık durumu dahil, birçok etken rol oynamış olabilir. Belki ileride bunun gerekçeleriyle ilgili bazı bilgilere ulaşmamız mümkün olur.

[*] 20 Kura Askerlik: “İkinci Dünya Savaşı’nın başında alınan bir kararla Hicri 1312 ile 1332 (Miladi 1895 ile 1915) arasında doğan gayrimüslimler askere çağrıldı. 48 saat içinde 26 ile 45 yaş arasındaki azınlık erkeklerinin hemen hepsi askere alındı. Yapılanlar öyle aceleydi ki polis yolda, sokakta yakaladığı kişilerin kimliklerine bakıyor ve alıp götürüyordu. Bu kişilerin bazılarına 1939 Erzincan Depremi’nde yardım olarak gönderilen kahverengi çöpçü üniformaları verildi ve inşaat işleri ile yol yapımında çalıştırıldılar. Askere alınanlar arasında ikinci, hatta üçüncü kez askerlik yapanlar, yakalanmadan kısa süre önce askerden gelmiş olanlar vardı.” (Yalçın Koçoğlu, Hatırlıyorum: Türkiye’de Gayrimüslim Hayatlar, Metis Yayınları, İkinci Basım, Ağustos 2008, İstanbul, s. 40.)

Devam edecek

Ayrıca bkz.:





23 Ağustos 2025

On Vartan İhmalyan’s political autobiography, Bir Yaşam Öyküsü (A Life Story) (1)

Who was Vartan İhmalyan?

Vartan İhmalyan (22 March 1913, Konya - 29 January 1987, Moscow) was a Turkish-Armenian writer, politician, and civil engineer, and a member of the clandestine Communist Party of Turkey (TKP). He was the elder brother of Jak İhmalyan (1922-1978), a painter and fellow TKP member.

He graduated in civil engineering from Robert College Higher School. In addition to practising his profession, he also worked in a variety of quite different fields. In his book, Bir Yaşam Öyküsü (A Life Story) [*], he recalls having worked as a shop assistant, a shirtmaker, a proofreader, and a draughtsman.

He also wrote fairy tales under the pen name “İhmal Amca” (“Uncle İhmal”). His first collection of fairy tales, Sihirli Çiçek (The Magic Flower), was published in Turkish in Bulgaria in 1967. The first of his books to appear in Turkey was Şeytan Uçurtması (The Devil’s Kite), issued as part of the “Arkadaş Kitaplar” series. His other children’s books include: Güneşe Vurgun Çocuk (The Child Enamoured of the Sun), Eşek Eşekken (When the Donkey was a Donkey), Boyalı Kırlangıç (The Painted Swallow), and Pencereme Konmuştu (It Had Perched on My Windowsill).

The fairy-tale books of “İhmal Amca” (“Uncle İhmal”)
In 1933, at only twenty years of age, İhmalyan joined the TKP through his school friend Rasih Güran (1912-1972).

He was forced to abandon his studies in architecture at the Academy of Fine Arts. Between 1937 and 1939 he fulfilled his compulsory military service as a private. At that time, while high-school graduates were normally conscripted as reserve officers in the Turkish Army, those of Armenian, Greek or Jewish origin were required to serve as privates, regardless of their level of education.

Like many men of Armenian, Greek and Jewish origin in Turkey, Vartan İhmalyan was recalled to active military service during the war years. He served two further terms: from October 1940 to March 1941, and again from July to December 1941.

Despite all these interruptions, he enrolled at the higher section of Robert College and received his engineering degree in 1944.

Later that same year, after his brother Jak was taken into custody and arrested by the political police, Vartan İhmalyan was himself briefly detained for questioning. In 1946, he was detained once more in a police operation against the legally recognised Socialist Labourers’ and Peasants’ Party of Turkey (Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi), led by Dr Şefik Hüsnü Deymer (1887-1959). He was interrogated for three months before being released. Jak, however, was sentenced to a year in prison.

Standing: Aram Pehlivanyan, Dr Hayk Açıkgöz, Jak İhmalyan; In the front: an Armenian soldier, Barkev Şamikyan, and an unidentified man. Days of imprisonment in the Harbiye Officers’ Club.
In July 1948, Vartan İhmalyan, together with his wife and two friends, travelled by ship from Istanbul to Marseille, and from there continued by train to Paris. Their intention was to join the convoys leaving France to emigrate to Soviet Armenia. On arrival in Paris, however, they learnt that the resettlement scheme had been suspended and were thus obliged to remain in Paris for eight years.

In 1956, Vartan and his wife were assigned, through the TKP, to the Turkish Service of Budapest Radio. Soon afterwards, the 1956 uprising -which İhmalyan characterised as a “counter-revolution”- broke out in Hungary. They subsequently sought refuge in Czechoslovakia.

In Prague, İhmalyan met Nâzım Hikmet, who enabled him to obtain a position at Warsaw Radio. Hikmet also arranged for Jak İhmalyan and his wife to be posted to Warsaw.

Some time later, when the Turkish Service of Warsaw Radio was shut down, he was reassigned through the TKP to the Turkish Service of Beijing Radio. He worked there from 1959 to 1961.

Following the Sino-Soviet split, the brothers Vartan and Jak İhmalyan returned to Moscow with their wives. There, Vartan began working in the Turkish Service of Moscow Radio.

Jak and Vartan İhmalyan in Moscow (Photograph: Ara Güler)
In 1965, the TKP Moscow Group, with İhmalyan as its secretary, began to oppose the “triumvirate” (Zeki Baştımar, İsmail Bilen and Aram Pehlivanyan) that controlled the party leadership. [**] In these years, tensions mounted among the TKP’s small number of cadres based in various Stalinist countries. Ultimately, a series of purges ensued, and the triumvirate ordered the Moscow Group to disband.

In the following years, Vartan İhmalyan continued to live in Moscow and, in May 1979, completed his political autobiography, Bir Yaşam Öyküsü (A Life Story), which we shall examine in detail later in this series. The task of preparing the manuscript for publication was entrusted to the historian Mete Tunçay (1936-2025), who has recently passed away, and the book was first published in Turkey in 1989, two years after İhmalyan’s own death.

[*] Vartan İhmalyan, Bir Yaşam Öyküsü [A Life Story], Cem Yayınevi, 3rd edn, March 2012, Istanbul.

[**] TKP 1965 Tartışmaları - Muhalefet Mektupları [TKP 1965 Debates - Letters of Opposition], ed. Erden Akbulut, Sosyal Tarih Yayınları, January 2011, Istanbul.

To be continued

See also:






21 Ağustos 2025

Vartan İhmalyan’ın siyasi otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü üzerine (1)

Vartan İhmalyan kimdir?

Vartan İhmalyan (22 Mart 1913, Konya - 29 Ocak 1987, Moskova), Gizli Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyelerinden, Türkiye Ermenisi bir yazar, politikacı ve inşaat mühendisidir. Ressam ve TKP üyesi olan Jak İhmalyan’ın (1922-1978) ağabeyidir.

Robert Kolej Yüksek Okulu’ndan inşaat mühendisi olarak mezun olmuştur. Mesleğiyle ilgili işlerin yanı sıra çok farklı alanlarda da çalışmıştır. Bir Yaşam Öyküsü [*] adlı kitabında tezgâhtarlık, gömlekçilik, düzeltmenlik ve desinatörlük yaptığından söz eder.

“İhmal Amca” takma adıyla masallar kaleme almıştır. İlk masal kitabı Sihirli Çiçek 1967’de Bulgaristan’da Türkçe olarak yayımlanır. Türkiye’de yayımlanan ilk kitabı ise “Arkadaş Kitaplar” dizisinde çıkan Şeytan Uçurtması’dır. Diğer çocuk kitapları şunlardır: Güneşe Vurgun Çocuk, Eşek Eşekken, Boyalı Kırlangıç ve Pencereme Konmuştu.

"İhmal Amca"nın masal kitapları
İhmalyan, 1933’te, henüz 20 yaşındayken okul arkadaşı Rasih Güran’ın (1912-1972) aracılığıyla TKP’ye üye olur.

Güzel Sanatlar Akademisi’nde başladığı mimarlık eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalır. 1937-39 yıllarında zorunlu askerlik görevini er olarak yapar. O dönemde lise mezunları Türk Ordusu’nda normalde yedeksubay olarak askere alınırken, Ermeni, Rum ve Yahudi asıllı olanlar eğitim durumlarına bakılmaksızın er olarak hizmet etmek zorundaydı.

Pek çok Ermeni, Rum ve Yahudi asıllı Türkiyeli erkek gibi Vartan İhmalyan da savaş yıllarında tekrar silâhaltına çağrılır. Ekim 1940-Mart 1941 ve Temmuz-Aralık 1941 arasında iki kez daha askerlik yapar.

Tüm bu kesintilere rağmen Robert Kolej’in yüksek kısmına kaydolur ve 1944’te mühendislik diplomasını alır.

Aynı yıl kardeşi Jak’ın siyasi polis tarafından gözaltına alınmasının ve tutuklanmasının ardından Vartan İhmalyan da sorgulanmak üzere bir süre tutuklu kalır. 1946’da yasal olarak kurulmuş olan, önderliğini Dr. Şefik Hüsnü Deymer’in (1887-1959) yaptığı Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’ne yönelik polis operasyonunda yeniden gözaltına alınır. Üç ay sorguda tutulduktan sonra serbest bırakılır. Jak ise bir yıl hapis cezasına çarptırılır.

Ayakta Aram Pehlivanyan, Dr. Hayk Açıkgöz, Jak İhmalyan. Önde Ermeni bir asker, Barkev Şamikyan ve adını bilmediğimiz bir kişi. Harbiye Orduevi'nde hapis günler.
Vartan İhmalyan 1948 Temmuz’unda eşi ve iki arkadaşıyla birlikte İstanbul’dan vapurla Marsilya’ya, oradan trenle Paris’e gider. Amaçları, Fransa’dan hareket eden kafilelerle Sovyet Ermenistanı’na göç etmektir. Ancak Paris’e vardıklarında bu göç uygulamasının durdurulduğunu öğrenirler ve sekiz yıl boyunca Paris’te yaşamak zorunda kalırlar.

1956’da Vartan ve eşi, TKP aracılığıyla Budapeşte Radyosu’nun Türkçe servisinde görevlendirilir. Kısa süre sonra ise Macaristan’da, İhmalyan’ın “karşı-devrim” olarak nitelendirdiği 1956 ayaklanması patlak verir. Bunun üzerine Çekoslovakya’ya sığınırlar.

Prag’da Nâzım Hikmet’le karşılaşan İhmalyan, onun aracılığıyla Varşova Radyosu’na girer. Hikmet ayrıca Jak İhmalyan’ın da eşiyle birlikte Varşova’da görevlendirilmesini sağlar.

Bir süre sonra Varşova Radyosu’nun Türkçe servisi kapatılınca, TKP aracılığıyla bu kez Pekin Radyosu’nun Türkçe servisine gönderilir. 1959-61 yılları arasında burada çalışır.

Çin-Sovyet ilişkilerindeki kopuşun ardından Vartan ve Jak kardeşler, eşleriyle birlikte Moskova’ya döner. Vartan İhmalyan burada da Moskova Radyosu’nun Türkçe servisinde çalışmaya başlar.

Jak ve Vartan İhmalyan Moskova'da (Fotoğraf: Ara Güler)
1965’te İhmalyan’ın sekreteri olduğu TKP Moskova Grubu, partinin yönetimini elinde tutan “triumvira”ya (Zeki Baştımar, İsmail Bilen ve Aram Pehlivanyan) karşı muhalefet etmeye başlar. [**] Bu yıllarda TKP’nin çeşitli Stalinist ülkelerde bulunan az sayıdaki kadroları arasında gerilim giderek artar. Nihayetinde çeşitli tasfiyeler yaşanır ve triumvira Moskova Grubu’na dağılma emri verir.

Sonraki yıllarda Moskova’da yaşamayı sürdüren Vartan İhmalyan, Mayıs 1979’da bu yazı dizisinde ayrıntılı olarak ele alacağımız siyasi otobiyografisi Bir Yaşam Öyküsü’nü tamamlar. Kitabı yayına hazırlama görevi, kısa süre önce vefat eden tarihçi Mete Tunçay’a (1936-2025) verilir ve eser, İhmalyan’ın ölümünden iki yıl sonra, 1989’da Türkiye’de ilk kez yayımlanır.

[*] Vartan İhmalyan, Bir Yaşam Öyküsü, Cem Yayınevi, 3. Basım, Mart 2012, İstanbul.

[**] TKP 1965 Tartışmaları - Muhalefet Mektupları, Der.: Erden Akbulut, Sosyal Tarih Yayınları, Ocak 2011, İstanbul.

Devam edecek

Ayrıca bkz.:






17 Ağustos 2025

Çeviri:

Marksistler bireysel terörizme neden karşıdır

Lev Trotskiy, Kasım 1911

Trotskiy, Viyana'da Pravda'yı okurken (1910)
Trotskiy’in bu makalesi, ilk kez Kasım 1911’de Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin aylık teorik dergisi Der Kampf’ta (Mücadele) Almanca olarak yayımlandı. Friedrich Adler'in editörlüğünü yaptığı Der Kampf, Avusturya'da dönemin en önemli Marksist teorik tartışma platformlarından biriydi.

Sınıf düşmanlarımız bizim terörizmimizden yakınmayı alışkanlık haline getirdiler. Bununla neyi kastettikleri ise pek açık değil. Proletaryanın sınıf düşmanının çıkarlarına karşı yönelttiği tüm eylemleri terörizm diye damgalamak istiyorlar. Onların gözünde grev, terörizmin başlıca yöntemidir. Bir grev tehdidi, grev gözcülerinin örgütlenmesi, işçilerini köle gibi çalıştıran bir patrona karşı başlatılan ekonomik boykot, kendi saflarımızdaki bir haine karşı yürütülen ahlaki boykot -bunların hepsini ve daha fazlasını- terörizm olarak adlandırıyorlar. Eğer terörizm, bu şekilde, düşmanda korku uyandıran ya da ona zarar veren her türlü eylem olarak anlaşılacak olursa, o zaman kuşkusuz bütün sınıf mücadelesi terörizmden başka bir şey değildir. Geriye kalan tek sorun ise şudur: Burjuva politikacılar, tüm devlet aygıtları -yasaları, polisi ve ordusuyla birlikte- kapitalist terör aygıtından başka bir şey değilken, proletarya terörizmi konusunda ahlaki öfkelerini kusmaya hangi hakla cüret edebiliyorlar!

Bununla birlikte, onlar bizi terörizmle suçladıklarında, bu sözcüğe -her zaman bilinçli olarak olmasa da- daha dar, daha dolaysız bir anlam yüklemeye çalıştıklarını belirtmek gerekir. Örneğin işçiler tarafından makinelerin parçalanması, sözcüğün bu dar anlamıyla terörizmdir. Bir işverenin öldürülmesi, bir fabrikayı ateşe verme tehdidi ya da fabrikanın sahibine yöneltilen ölüm tehdidi, hükümetin bir bakanına karşı elde tabancayla yapılan bir suikast girişimi -bunların hepsi terörist eylemlerin tam ve gerçek karşılığıdır. Ne var ki, uluslararası Sosyal Demokrasinin gerçek doğasına dair en küçük bir fikri olan herkes şunu bilmelidir: Sosyal Demokrasi her zaman bu tür terörizme karşı olmuş ve buna en uzlaşmaz biçimde karşı çıkmıştır.

Neden?

Bir grev tehdidiyle “terörize” etmek ya da fiilen grev yapmak yalnızca sanayi işçilerinin yapabileceği bir şeydir. Bir grevin toplumsal önemi, doğrudan doğruya şu iki şeye bağlıdır: İlk olarak etkilediği işletmenin ya da sanayi kolunun büyüklüğüne; ikincisi ise greve katılan işçilerin örgütlülük, disiplin ve eyleme hazır olma derecesine. Bu, ekonomik bir grev için olduğu kadar siyasi bir grev için de aynı ölçüde geçerlidir. Grev, doğrudan doğruya proletaryanın modern toplumdaki üretken rolünden kaynaklanan bir mücadele yöntemi olmayı sürdürmektedir.

Tiflis'te grevci işçiler bir lokomotifi raydan çıkartmış (1905)

Kitlelerin rolünü küçümsemek

Kapitalist sistem gelişmek için parlamenter bir üstyapıya ihtiyaç duyar. Ancak modern proletaryayı siyasi bir gettoya hapsedemeyeceği için, er ya da geç işçilerin parlamentoya katılmalarına izin vermek zorundadır. Proletaryanın kitlesel karakteri ile siyasi gelişmişlik düzeyi -ki bunlar da yine onun toplumsal rolü, her şeyden önce de üretken rolü tarafından belirlenir- seçimlerde ifadesini bulur.

Tıpkı bir grevde olduğu gibi, seçimlerde de mücadelenin yöntemi, amacı ve sonucu her zaman proletaryanın bir sınıf olarak toplumsal rolüne ve gücüne bağlıdır. Grev yapabilecek olan yalnızca işçilerdir. Fabrika tarafından iflasa sürüklenen zanaatkârlar, sularını fabrikanın kirlettiği köylüler ya da yağma peşindeki lümpen proleterler makineleri parçalayabilir, bir fabrikayı ateşe verebilir veya sahibini öldürebilir.

Yalnızca bilinçli ve örgütlü işçi sınıfı, proleter çıkarları savunması için parlamentonun salonlarına güçlü bir temsilci grubu gönderebilir. Oysa tanınmış bir devlet görevlisini öldürmek için arkanızda örgütlü kitlelere ihtiyacınız yoktur. Patlayıcıların yapım tarifi herkesin erişebileceği bir şeydir ve bir Browning her yerden bulunabilir. İlk durumda, yöntemleri ve araçları kaçınılmaz olarak egemen toplumsal düzenin doğasından kaynaklanan bir toplumsal mücadele vardır; ikincisinde ise -Fransa’da olduğu gibi Çin’de de tıpatıp aynı olan- dış görünümü çarpıcı (suikast, patlamalar vb.) ama toplumsal sistem açısından tümüyle etkisiz, salt mekanik bir tepki söz konusudur.

Bir grev, mütevazı boyutta bile olsa, toplumsal sonuçlar doğurur: işçilerin özgüveninin pekişmesi, sendikanın büyümesi ve çoğu kez üretim teknolojisinde ilerleme sağlanması gibi. Bir fabrika sahibinin öldürülmesi ise yalnızca polisiye nitelikte sonuçlar yaratır ya da mal sahibinin değişmesi gibi, hiçbir toplumsal anlam taşımayan bir sonuca yol açar. Bir terörist girişimin -“başarılı” dahi olsa- egemen sınıfı kargaşaya sürükleyip sürüklememesi, somut siyasal koşullara bağlıdır. Her durumda bu kargaşa kısa ömürlüdür; kapitalist devlet bakanlara dayanmaz ve onlarla birlikte ortadan kaldırılamaz. Hizmet ettiği sınıflar her zaman yeni insanlar bulacaktır; mekanizma ise olduğu gibi kalır ve işlemeye devam eder.

Fakat bir terörist girişimin emekçi kitlelerin kendi saflarında yarattığı kargaşa çok daha derindir. Eğer bir bireyin hedefine ulaşması için kendini bir tabancayla donatması yeterliyse, sınıf mücadelesinde verilen çabaların ne anlamı kalır? Bir yüksük dolusu barut ve küçük bir kurşun parçası düşmanı ensesinden vurmak için yetiyorsa, sınıf örgütüne ne gerek var? Yüksek mevkideki şahısları patlamaların gürültüsüyle korkutmak anlamlı sonuçlar veriyorsa, partiye ne gerek var? Parlamentonun izleyici locasından bakanlar kürsüsüne bu kadar kolay nişan alınabiliyorsa, toplantılar, kitle ajitasyonu ve seçimler ne diye gerekli olsun?

Bizim gözümüzde bireysel terör, tam da kitlelerin kendi bilinçlerinde oynadıkları rolü küçümsediği, onları güçsüzlüklerine razı ettiği ve gözlerini, umutlarını “bir gün gelip misyonunu tamamlayacak” büyük bir intikamcı-kurtarıcıya çevirdiği için kabul edilemez. “Eylemli propaganda”nın anarşist peygamberleri, terörist eylemlerin kitleler üzerindeki yükseltici ve kışkırtıcı etkisini diledikleri kadar savunsunlar. Oysa kuramsal değerlendirmeler de siyasal deneyim de bunun tersini kanıtlıyor. Terörist eylemler ne kadar “etkili” olursa, etkileri ne kadar büyük olursa, kitlelerin öz-örgütlenmeye ve öz-eğitime ilgisi o ölçüde azalır. Ne var ki, zamanla şaşkınlığın dumanı dağılır, panik diner, öldürülen bakanın halefi sahneye çıkar, yaşam eski rayına oturur, kapitalist sömürü çarkı eskisi gibi döner; yalnızca polis baskısı daha da vahşileşir, daha da pervasızlaşır. Sonuçta tutuşturulmuş umutların ve yapay biçimde körüklenmiş heyecanın yerini düş kırıklığı ve kayıtsızlık alır.

Çar II. Aleksandr'ın öldürülmesi (1881)
Gericiliğin, grevleri ve genel olarak kitlesel işçi hareketini bastırma girişimleri her zaman, her yerde başarısızlığa uğramıştır. Kapitalist toplum, etkin, hareketli ve zeki bir proletaryaya ihtiyaç duyar; dolayısıyla proletaryanın elini kolunu uzun süre bağlı tutamaz. Öte yandan, anarşist “eylemli propaganda” her defasında, devletin fiziksel yok etme ve mekanik bastırma araçları bakımından terörist gruplardan katbekat daha zengin olduğunu göstermiştir.

Öyleyse bu koşullar altında devrimin yeri neresidir? Bu durum devrimi imkânsız mı kılar? Asla! Çünkü devrim, mekanik araçların basit bir toplamı değildir. Devrim ancak sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğabilir; zaferin güvencesini de yalnızca proletaryanın toplumsal işlevlerinde bulur. Kitlesel siyasal grev, silahlı ayaklanma, devlet iktidarının fethi -bunların tümü, üretimin gelişmişlik düzeyine, sınıflar arasındaki güç dengelerine, proletaryanın toplumsal ağırlığına ve nihayetinde -devrim anında devlet iktidarının kaderini belirleyen güç olduğundan- ordunun toplumsal bileşimine bağlıdır.

Sosyal Demokrasi, mevcut tarihsel koşullardan doğup gelişen devrimden kaçınmaya kalkışmayacak kadar gerçekçidir; tersine, gözleri apaçık bir halde devrime doğru ilerlemektedir. Ancak -anarşistlerin tersine ve onlara karşı doğrudan mücadele içinde-Sosyal Demokrasi, toplumun gelişimini yapay yollarla hızlandırmayı ve proletaryanın henüz yetersiz olan devrimci gücünün yerine hazır kimyasal reçeteler ikame etmeyi amaçlayan her türlü yöntemi ve aracı reddeder.

Zasuliç'in Trepov'a yönelik suikast girişimi (1878)
Terörizm, siyasi mücadelenin bir yöntemi mertebesine yükselmeden önce, bireysel intikam eylemleri biçiminde sahneye çıkar. Terörizmin klasik ülkesi olan Rusya'da böyle olmuştur. Siyasi tutsakların kırbaçlanması, Vera Zasuliç’i, genel öfkenin ifadesini General Trepov’a suikast girişiminde bulmaya itti. Onun attığı bu adım, kitle desteğinden yoksun devrimci entelijansiya çevrelerince taklit edildi. Kör bir intikam eylemi olarak başlayan şey, 1879-81 yıllarında tüm bir sisteme dönüştü. [*] Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki anarşist suikast dalgaları da daima hükümetin işlediği bir vahşetin -grevcilere ateş açılması ya da siyasal muhaliflerin idamı gibi- ardından patlak vermiştir. Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, her defasında bir çıkış yolu arayan intikam duygusudur.

Sosyal Demokrasinin, her terörist eylemden sonra insan yaşamının "mutlak değeri" üzerine ağız dolusu nutuk atan o kiralık ahlakçılarla hiçbir ortak yanı olmadığını uzun uzadıya kanıtlamaya gerek yok. Bunlar, başka durumlarda başka mutlak değerler uğruna -örneğin ulusun şerefi ya da hükümdarın itibarı adına- milyonları savaş cehennemine sürmeye hazırdır. Bugün onların ulusal kahramanı, kutsal özel mülkiyet hakkını koruyan bakandır; ama yarın, işsiz işçilerin çaresizlikten sıkılmış eli bir yumruğa dönüştüğünde ya da bir silaha uzandığında, şiddetin her türlüsünün kabul edilemezliğine dair gevezelikleri dillerine dolayacaklardır.

Ahlâkın harem ağaları ve riyakâr Ferisiler [**] ne derse desin, intikam duygusunun kendine özgü doğruları vardır. İşçi sınıfının, mümkün dünyaların en iyisi diye yutturulan bu dünyada olup bitene boş gözlerle kayıtsız kalmaması, ona en büyük ahlaki şerefi kazandırır.  Sosyal Demokrasinin görevi, proletaryanın bastırılmış intikam duygusunu söndürmek değil; bilakis onu yeniden ve yeniden körüklemek, derinleştirmek ve tüm adaletsizliklerin ve tüm insanlık sefaletinin gerçek kaynağına yöneltmektir.

Terörist eylemlere karşı oluşumuzun tek nedeni, bireysel intikamın bize yetmemesidir. Kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bakan denilen bir memura kesilemeyecek kadar büyüktür. İnsanlığa karşı işlenen bütün suçları, insan bedenine ve ruhuna reva görülen bütün aşağılamaları, mevcut toplumsal düzenin çarpık ürünleri ve tezahürleri olarak kavramayı öğrenmek ve böylece tüm enerjimizi bu düzene karşı ortak bir mücadeleye yöneltmek -işte intikam arzusunun en yüksek ahlaki doyumunu bulabileceği yol budur.

[*] Trotskiy burada Narodnaya Volya (Halkın İradesi) adlı terörist örgüte gönderme yapıyor.

[**] Ferisi: İsa döneminde yaşamış bir Yahudi din bilginleri topluluğu. İncil’de sıkça “ikiyüzlülük”le suçlanırlar: Görünürde dindar, ama gerçekte içten pazarlıklı, katı kuralcı ve merhametsiz oldukları anlatılır. Trotskiy bu terimi, burjuva ahlakçılarının riyakârlığını teşhir etmek için kullanıyor.

Kaynak: Why Marxists Oppose Individual TerrorismMarxists’ Internet Archive

14 Ağustos 2025

Who were the true leaders of the October Revolution?

George Lansbury as witness

George Lansbury (1859-1940) was a politician and journalist renowned as a Christian pacifist and left-wing reformist. He led the Labour Party in Britain from 1932 to 1935. [*] In 1911, he was instrumental in founding the Daily Herald newspaper and became its editor in 1913. Through the paper, he opposed the First World War and openly supported the October Revolution of 1917.

Keen to witness the socialist revolution in Russia and the events unfolding in the country at first hand, Lansbury visited Soviet Russia in early 1920, while the civil war was still raging. The trip, which lasted about 25 days, formed the basis of his book What I Saw in Russia (1920), in which he gathered his impressions from the journey. [**]

George Lansbury addressing a rally (1935)
Lansbury, who was deeply sympathetic towards the Bolshevik Revolution and its potential to serve as an example for the world's working class, conveys with sincerity in his book the excitement generated by the revolution, the collective effort for social transformation, and the aspiration to create a "new world". He particularly emphasises this collective spirit, which he observed in factories, in the streets, and at meetings.

Nevertheless, Lansbury was careful to adopt an objective stance: he also portrays frankly in the book the destruction, famine, misery, and the collapse of infrastructure brought about by the civil war and foreign intervention. Starving children in the streets, devastated cities, and the people’s struggle against extraordinary hardships are depicted without any attempt at censorship.

Lansbury particularly admired the radical change in the status of women, and the reorganisation of social life, such as in education, health, and industry. He emphasises that the revolution was not only political and economic, but was also a profound social and cultural transformation, and he draws attention to the efforts to create the "New Soviet Man".


One of the book’s most striking aspects is Lansbury’s account of his meetings with prominent Bolsheviks such as Lenin, Chicherin, Kalinin, Zinovyev, and Kollontai. [Trotsky was absent, having left the city a few days before Lansbury arrived in Moscow, which made any meeting impossible.] These interviews are of great value for providing a direct insight into the thoughts, objectives, and approaches of the Bolshevik Party leaders in the face of the era’s challenges. The interview with Lenin, in particular, stands out as one of the book’s most prominent sections.

In sum, What I Saw in Russia is a passionate, mostly optimistic, at times naive yet, overall, objective testimony to a journey into the very heart of one of the 20th century’s most significant political transformations. Lansbury records the October Revolution through the eyes of a sympathiser with the left-wing social democratic cause. [English editions of the book -the first published in 1920 and subsequent reprints- are available both commercially and online. However, this important work remains unpublished in Turkish.]

Let us turn now to the name frequency statistics, presented systematically at the end of our series titled Who were the true leaders of the October Revolution? -specifically, the data showing how often each Bolshevik leader is mentioned in the book under discussion. In Lansbury’s work, Lenin’s name appears 34 times, Trotsky’s 12, Chicherin’s 5, Zinovyev’s 3, Kamenev’s 3, Kalinin’s 2, and Kollontai’s 2. Strikingly, Stalin’s name does not appear even once among Lansbury’s observations in Russia.

[*] George Lansbury’s leadership of the Labour Party between 1932 and 1935 came to an end as a result of interventions led by the trade union bureaucracy. A Christian pacifist, Lansbury advocated unilateral disarmament at the 1933 Labour Party conference and pledged not to participate in any wars. This stance was sharply criticised by the Trades Union Congress (TUC), and under pressure from the union bureaucracy, the policy was withdrawn in 1935. Ernest Bevin, leader of the Transport and General Workers' Union, spearheaded the campaign against Lansbury. Later, as Minister of Labour in the wartime national coalition government (1940-1945), Bevin played a key role in the establishment of NATO as a military–imperialist alliance directed against the Soviet Union.

[**] George Lansbury visited Soviet Russia from February to March 1920. He published his notes on the visit in June of the same year: George Lansbury, What I Saw in Russia, Boni and Liveright, New York, 1920. (Readers of English can access digital copies and transcriptions of the book online.)

13 Ağustos 2025

Ekim Devrimi’nin gerçek önderleri kimdi?

George Lansbury’nin tanıklığı

George Lansbury (1859 – 1940), 1932–1935 yılları arasında Britanya’daki İşçi Partisi’nin liderliğini yapmış, [*] Hıristiyan pasifist ve sol reformist kimliğiyle tanınan bir politikacı ve gazeteciydi. 1911’de Daily Herald gazetesinin kuruluşuna öncülük etti ve 1913’te editörlüğünü üstlendiği bu gazete aracılığıyla Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıktı; 1917 Ekim Devrimi’ni de açıkça destekledi.

Rusya’daki sosyalist devrimi ve ülkede yaşananları yerinde görmek isteyen Lansbury, 1920 yılının başlarında, iç savaşın henüz sürdüğü bir dönemde Sovyet Rusya’yı ziyaret etti. Yaklaşık 25 gün süren bu gezide edindiği izlenimleri, What I Saw in Russia (1920) [Rusya’da Gördüklerim] başlıklı kitabında topladı. [**]

George Lansbury bir mitingde konuşma yaparken (1935)
Bolşevik devrimine ve onun dünya işçi sınıfına örnek olma potansiyeline büyük sempati duyan Lansbury, kitabında devrimin yarattığı heyecanı, toplumsal dönüşüm için gösterilen kolektif çabayı ve "yeni bir dünya" kurma arzusunu samimiyetle aktarır. Fabrikalarda, sokaklarda ve toplantılarda gözlemlediği bu kolektif ruh halini özellikle vurgular.

Bununla birlikte Lansbury nesnel bir tutum benimsemeye önem verir: iç savaşın ve dış müdahalenin yol açtığı yıkımı, kıtlığı, sefaleti ve altyapı çöküşünü de kitapta açıkça tasvir eder. Sokaklardaki aç çocuklar, harap olmuş şehirler ve halkın olağanüstü güçlüklerle mücadelesi, onun metninde sansürsüz bir şekilde yer alır.

Lansbury, özellikle kadınların konumundaki radikal değişimi ve eğitim, sağlık, sanayi gibi alanlarda toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesine hayranlık duyar. Devrimin yalnızca siyasi ve ekonomik değil, aynı zamanda köklü bir sosyal ve kültürel dönüşüm olduğunu vurgular; “yeni Sovyet insanı”nın yaratılma çabalarına dikkat çeker.

Kitabın en çarpıcı yönlerinden biri, Lansbury’nin Lenin, Çiçerin, Kalinin, Zinovyev ve Kollontay gibi önde gelen Bolşeviklerle yaptığı görüşmelere yer vermesidir. [Trotskiy, Lansbury Moskova’ya ulaşmadan birkaç gün önce şehirden ayrıldığı için, görüşmeleri mümkün olmaz.] Bu görüşmeler, Bolşevik Parti liderlerinin düşüncelerini, hedeflerini ve dönemin zorlukları karşısındaki yaklaşımlarını doğrudan aktarması açısından büyük değer taşır. Özellikle Lenin’le yapılan görüşme, kitabın en öne çıkan bölümlerinden biridir.

Özetle What I Saw in Russia, 20. yüzyılın en önemli siyasi dönüşümlerinden birinin tam kalbine yapılmış bir yolculuğun tutkulu, çoğunlukla iyimser, hatta yer yer naif ama genel olarak nesnel bir tanıklığıdır. Lansbury, Ekim Devrimi’ni sol-sosyal demokrat bir sempatizanın gözünden kayda geçirir. [Kitabın İngilizce baskıları (1920’deki ilk baskısı ve sonraki yıllarda yapılmış olan baskılar) piyasada ve internette bulunabiliyor. Ne var ki bu önemli eserin Türkçe çevirisi henüz yayımlanmış değil.]

Gelelim, Ekim Devrimi’nin gerçek önderleri kimdi? başlıklı dizimizin sonunda sistemli bir biçimde yer verdiğimiz isim istatistiklerine; yani, ele alınan kitapta hangi Bolşevik liderin adından kaç kez söz edildiğini gösteren verilere. Lansbury’nin kitabında Lenin’in adı 34, Trotskiy’in adı 12, Çiçerin’in adı 5, Zinovyev’in adı 3, Kamenev’in adı 3, Kalinin’in adı 2 ve Kollontay’ın adı 2 kez geçiyor. Stalin’in adı ise Lansbury'nin Rusya’da gördükleri arasında bir kez olsun zikredilmiyor.

[*] George Lansbury’nin 1932–1935 yılları arasındaki İşçi Partisi liderliği, sendika bürokrasisinin müdahaleleriyle sona erdi. Hıristiyan pasifisti olan Lansbury, 1933 İşçi Partisi konferansında tek taraflı silahsızlanmayı savundu ve savaşlara katılmama taahhüdünde bulundu. Bu tutumu, Sendikalar Kongresi (TUC) tarafından sert biçimde eleştirildi ve 1935’te sendika bürokrasisinin baskısıyla bu politika geri çekildi. Özellikle Taşımacılık ve Genel İşçiler Sendikası lideri Ernest Bevin, Lansbury’ye karşı yürütülen kampanyanın öncülüğünü yaptı. Bevin, daha sonra 1940–1945 yılları arasında savaş dönemi ulusal birlik hükümetinde Çalışma Bakanı oldu ve savaş sonrasında NATO’nun Sovyetler Birliği’ne karşı askeri-emperyalist bir ittifak olarak kurulmasında kilit rol oynadı.

[**] George Lansbury Sovyet Rusya’yı Şubat ve Mart 1920 arasında ziyaret etti. Ziyaretine ilişkin notlarını aynı yılın Haziran ayında yayımladı: George Lansbury, What I Saw in Russia, Boni and Liveright, New York, 1920. (İngilizce okuyabilenler için kitabın dijital kopyalarına ve transkripsiyonlarına çevrimiçi ortamda erişmek mümkün.)

10 Ağustos 2025

Anatoly Chernyaev’s 1972 diary (6)

Shostakovich's tragedy

In his 1972 diary, Anatoly Chernyaev records visiting his friend, the Soviet poet Boris Slutsky [*], and his wife Tanya at their home on 16 April. During the visit, Slutsky shared an intriguing anecdote about the Soviet sculptor Sergey Konenkov (1874-1971) and the composer Dmitri Shostakovich (1906-1975):

Boris also told us about Konenkov and Shostakovich, who in the last fifteen years not only did not write their articles, but also did not read them.

Boris Slutsky

The two figures mentioned by Slutsky were not only giants of Soviet culture, but also towering presences in the cultural life of the wider world. Konenkov was a distinguished sculptor, often dubbed ‘the Russian Rodin’, while Shostakovich was among the greatest composers of the 20th century, producing remarkable works, particularly in the realm of symphonic music.

Sergey Konenkov
Undoubtedly, Shostakovich and Konenkov’s refusal to read these texts -published in the Soviet press under their own names yet written without any input from them- after their appearance (and quite possibly making this stance felt by the Stalinist bureaucracy) amounted to a passive form of protest. It appears they wished to place a distance between themselves and such articles -issued in their name but whose content they partially, or more often entirely, disapproved of- without entering into open confrontation with the regime.

Dmitri Shostakovich
Could the practice -employed by Stalinist regimes, and indeed by any repressive regime- of publishing under the name of a great artist or cultural figure texts they did not write (including those they did write, but which were altered against their will) be described as ‘reverse plagiarism’? To the best of my knowledge, no established universal term exists for such cases. On reflection, the following alternatives suggest themselves: ‘forced attribution’, ‘signature coercion’, ‘fabricated authorship’, or -though a little longer- ‘identity exploitation through propaganda’…

Naturally, within the confines of a brief blog post, it is hardly possible to give a fully satisfactory answer to the question of how this repugnant practice ought to be named.

Let us now turn to the tragedy that Shostakovich continued to endure in Turkey at the hands of the Stalinist Communist Party of Turkey (TKP) and its predecessor organisations. In the early 1990s, the groups that preceded today’s TKP -particularly under their leader Kemal Okuyan (also known as Cemal Hekimoğlu)- sought to promote Shostakovich’s official and loyal communist image. This formed part of their attempt to hold their cadres together in the face of the shock brought about by the collapse of the Stalinist regimes in Eastern Europe and the Soviet Union.

At that time in Turkey, Solomon Volkov’s book Testimony - The Memoirs of Dmitri Shostakovich, first published in English in 1979, was little known. [**] In 1992, Volkov’s work appeared in Turkish, published by Pencere Publications under the title Tanıklık Tutanağı (Şostakoviç’in Anıları), in a translation by Halim Spatar. [***]

Shortly after the book’s publication, Okuyan and his organisation abandoned their tactic of frequently parading Shostakovich as one of the great champions and defenders of the “achievements of real socialism”, effectively consigning the matter to the deep freeze. Indeed, a friend of mine, who was then a member of this organisation, told me that after reading Volkov’s book, Okuyan was bitterly disappointed, flew into a rage, and hurled profanities at Shostakovich.

However, in time, Okuyan concluded that, rather than backtracking on his stance on Shostakovich -effectively eating his own words- it would be more expedient to mount a counter-offensive by drawing on the Stalinist regime’s fabrications and distortions. There can be little doubt that the international debates over the authenticity of Volkov’s book emboldened Okuyan in his determination not to let Shostakovich be claimed by the opposing camp. [****]

Publications of the organisation that preceded the TKP once again began carrying articles stressing Shostakovich’s supposed staunch loyalty to the Stalinist regime. In December 1999, Gelenek Publishing House brought out the Turkish translation of a book -first published in 1981 by the USSR’s renowned Progress Publishers- purportedly comprising the composer’s “own writings and speeches”: Shostakovich: His Life and Work [Şostakoviç Hayatı ve Eserleri]. [*****] The back cover of this volume stated:

In this book, Shostakovich’s outlook on life and art is conveyed in his own words. (Emphasis added.)

In the years that followed, publications associated with the TKP continued to carry articles depicting Shostakovich as both a brilliant creation of the regime and a steadfast supporter of it. Meanwhile, in 2010, the book was republished by the TKP’s publishing house, Yazılama Yayınları, in a new translation by Volkan Terzioğlu, under the revised title Bir Sovyet Sanatçısı Olarak Tarihe Tanıklığım (My Testimony to History as a Soviet Artist). [******] The publisher’s website offers the following description of the work:

In this book, through Shostakovich’s own words, you will witness how he bore the identity of a member of the Communist Party of the Soviet Union with pride and honour -an answer to those who, through systematic propaganda and falsehoods, peddle the slander that he was in fact an anti-communist. In time, history lays bare all lies in their full nakedness.

Let Shostakovich’s experience, in his own voice, be a beacon to us, lighting our way forward… (Emphasis added.) [******]

I cannot know whether Volkov’s book truly rests on notes that Shostakovich dictated to him between 1971 and 1974, subsequently reviewing and approving them section by section, as the author claims. As long as significant, unresolved questions and suspicious circumstances persist regarding Testimony, it is of course impossible for me to vouch for Volkov or his work.

Yet thanks to Chernyaev’s 1972 diary, we know that from the latter half of the 1950s onward, the composer did not himself write the articles bearing his signature, and that he categorically refused to read these repugnant fabrications of the Stalinist regime.

[*] Boris Slutsky (1919–1986) was a Soviet poet and WWII veteran. Counted among the “frontline generation” of poets, he was known for works that conveyed the experience of war in a stark, direct language. Although regarded as a loyal Soviet writer during the Stalin era, some of his poems published posthumously provoked controversy for containing criticism of the system.

[**] First published in English; the book has since been translated into more than 30 languages.

[***] Solomon Volkov, Tanıklık Tutanağı (Şostakoviç'in Anıları), trans. Halim Spatar, Pencere Yayınları, 1992, Istanbul.

[****] Serious doubts have been voiced about the authenticity of Volkov’s Testimony. Numerous musicologists and historians have argued that Shostakovich neither directly approved the text nor that the narrative accurately reflects his stance, instead portraying him as a more systematic opponent of the regime than he truly was. Some maintain that interpretations of his works as containing implicit criticism of the regime stem from Volkov’s own ideological perspective, reducing Shostakovich’s complex position to one of outright dissent. For example, Alan B. Ho and Dmitri Feofanov’s Shostakovich Wars identifies numerous blatant distortions and factual inaccuracies in Volkov’s account. Moreover, Volkov’s statements that the original handwritten notes were “lost,” while the typescript -photocopied by publisher Harper & Row- was “kept in a Swiss bank” before being “sold to an unnamed private collector in the late 1990s,” have only deepened doubts about the text’s reliability. For a fuller discussion of these controversies, English-speaking readers may consult Fred Mazelis’s 2000 article on the World Socialist Web SiteClarifying a Confused Debate: The Legacy of Dmitri Shostakovich.

[*****] Dimitriy Şostakoviç, Şostakoviç: Hayatı ve Eserleri, trans. Hakan Güçlü ve Mehmet Kıvanç, Gelenek Yayınları, Istanbul, 1999.

[******] Dmitri Shostakovich, Bir Sovyet Sanatçısı Olarak Tarihe Tanıklığım [My Testimony to History as a Soviet Artist], trans. Volkan Terzioğlu, Yazılama Yayınevi, Istanbul, 2010. [The inclusion of the word “testimony” (tanıklık) in the title of the new translation is hardly accidental: it pointedly sets Shostakovich’s “authentic” testimony against Volkov’s false one. Notably, the original English translation published by Progress Publishers carried a markedly different title from Terzioğlu’s version: Dmitry Shostakovich: About Himself and His Times.]

See also: 

Anatoly Chernyaev’s 1972 diary (1): The poverty of bureaucratic planning

Anatoly Chernyaev’s 1972 diary (2): Selling off Siberia to the imperialist powers

Anatoly Chernyaev’s 1972 diary (3): The Soviet automotive industry through the eyes of a Renault executive

Anatoly Chernyaev’s 1972 diary (4): Famine, cholera, and the summer retreats of the Stalinist bureaucracy

Anatoly Chernyaev’s 1972 diary (5): The little-known Hungarian uprising of 1972

09 Ağustos 2025

Anatoliy Çernyayev'in 1972 günlüğünden (6)

Şostakoviç’in trajedisi

Anatoliy Çernyayev, 1972 yılına ait günlüğünde, 16 Nisan’da arkadaşı Sovyet şairi Boris Slutskiy [*] ve eşi Tanya’yı evlerinde ziyaret ettiğinden söz eder. Ziyaret sırasında Slutskiy, Sovyet heykeltıraş Sergey Konenkov (1874-1971) ve besteci Dimitriy Şostakoviç (1906-1975) hakkında ilginç bir bilgi aktarır:

Boris bize Konenkov ve Şostakoviç’ten de bahsetti. Son on beş yıldır yalnızca kendi adlarına yayımlanan makaleleri yazmamakla kalmamışlar, onları okumamışlar bile.

Boris Slutskiy
Slutskiy’in sözünü ettiği bu iki isim, yalnızca Sovyet değil, dünya kültür hayatının da dev figürleriydi. Konenkov, “Rus Rodin’i” olarak anılan önemli bir heykeltıraştı; Şostakoviç ise özellikle senfonik müzik alanında eşsiz eserler vermiş, 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden biriydi.

Sergey Konenkov
Hiç kuşkusuz, Şostakoviç ve Konenkov’un Sovyet basınında çıkan, kendi imzalarını taşıyan ancak yazımına hiçbir katkıda bulunmadıkları bu metinleri yayımlandıktan sonra okumayı reddetmeleri (ve muhtemelen bu tutumlarını Stalinist bürokrasiye hissettirmeleri), pasif bir protesto biçimiydi. Kendi adlarıyla yayımlanmış, içeriğini kısmen veya çoğu durumda tamamen onaylamadıkları bu metinlerle aralarına, rejimle doğrudan çatışmaya girmeden bir mesafe koymak istedikleri anlaşılıyor.

Dimitriy Şostakoviç
Stalinist rejimler dâhil olmak üzere herhangi bir baskıcı rejimin, bir büyük sanatçının veya kültür insanının yazmadığı bir metni -buna kendi yazdığı ama iradesi dışında üzerinde değişiklik yapılmış metinleri de eklemek gerekir- onun adıyla yayımlatmasına, acaba “tersten intihal” denebilir mi? Bildiğim kadarıyla bu tür vakaları tanımlamak için yerleşmiş evrensel bir terim bulunmuyor. Biraz düşününce akla şu alternatifler gelebilir: “Zorla atfedilmiş yazarlık”, “imza zorbalığı”, “hayali yazarlık” ya da biraz uzun olsa da “propaganda yoluyla kimlik istismarı”… 

Bu tiksindirici uygulamanın nasıl adlandırılması gerektiği sorusuna, kısa bir blog yazısı çerçevesinde doyurucu bir cevap vermek kolay değil elbette.

Gelelim Şostakoviç’in Türkiye’de Stalinist Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) ve onun öncülü olan örgütlerin elinde yaşamaya devam ettiği trajediye. 1990’lı yılların başlarında, bugünkü TKP’nin öncülü olan örgütler -özellikle de bunların önderi Kemal Okuyan (nam-ı diğer Cemal Hekimoğlu)- Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejimlerin yıkılışının yarattığı şok karşısında örgüt kadrolarını bir arada tutabilme çabasının bir parçası olarak, Şostakoviç’in resmî ve sadık komünist imajını öne çıkarıyordu.

O tarihte Türkiye’de Rus müzikolog Solomon Volkov’un 1979’da İngilizce yayımlanan Testimony - The Memoirs of Dmitri Shostakovich adlı kitabı henüz pek bilinmiyordu. [**] Volkov’un kitabı, 1992 yılında Halim Spatar’ın çevirisiyle Pencere Yayınları tarafından Tanıklık Tutanağı (Şostakoviç’in Anıları) başlığıyla yayımlandı. [***]

Bu kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra Okuyan ve örgütü, Şostakoviç’i “reel sosyalizmin” büyük kazanımlarından ve savunucularından biri olarak sık sık vitrine çıkarma taktiğinden vazgeçti ve konuyu derin dondurucuya aldı. Hatta o yıllarda henüz bu örgütün üyesi olan bir arkadaşım, Okuyan’ın Volkov’un kitabını okuduktan sonra çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını, öfkelendiğini ve Şostakoviç’e küfürler savurduğunu söylemişti.

Ancak bir süre sonra Okuyan, Şostakoviç konusunda geri adım atıp tükürdüğünü yalamaktansa, Stalinist rejimin zamanında ürettiği yalan ve çarpıtmalara dayalı malzemeyi kullanarak karşı atağa geçmenin daha doğru olacağına karar verdi. Volkov’un kitabının sahihliği konusunda yapılan uluslararası tartışmaların, Okuyan’ı Şostakoviç’i karşı tarafa kaptırmama konusunda cesaretlendirdiğine şüphe yok. [****]

TKP’nin öncülü olan örgütün yayınlarında yeniden, Şostakoviç’in Stalinist rejime sözde sıkı sıkıya bağlılığını vurgulayan yazılar yayımlanmaya başlandı. Aralık 1999’da Gelenek Yayınevi, Sovyetler Birliği’nin ünlü Progress Publishers yayınevi tarafından 1981 yılında yayımlanmış ve bestecinin sözde “kendi yazılarından ve konuşmalarından” oluşan kitabın Türkçe çevirisini bastı: Şostakoviç: Hayatı ve Eserleri. [*****] Bu kitabın arka kapağında şöyle deniyordu:

İşte bu kitapta, Şostakoviç’in hayata ve sanata bakışı, kendi dilinden aktarılıyor. (Vurgu bana ait.)

Daha sonraki yıllarda da TKP’nin yayınlarında, Şostakoviç’i rejimin deha dolu bir ürünü ve sadık destekçisi olarak resmeden yazılar yayımlanmaya devam etti. Bu arada kitap, 2010 yılında Volkan Terzioğlu’nun yaptığı yeni çeviriyle TKP’nin yayınevi Yazılama Yayınları tarafından Bir Sovyet Sanatçısı Olarak Tarihe Tanıklığım başlığıyla yeniden yayımlandı. [******] Yayınevi’nin web sitesinde kitap hakkında şu ifadelere yer veriliyor:

Bu kitapta, sistematik propaganda ve yalanla Şostakoviç’in aslında bir anti-komünist olduğu palavrasını yayanlara karşı, Şostakoviç’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi kimliğini nasıl bir onurla taşıdığını, kendi kaleminden okuyacaksınız. Tarih, yalanları zaman içinde bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.

Şostakoviç’in deneyimi, kendi sözleriyle bize ışık olsun, yolumuzu aydınlatsın… (Vurgular bana ait.)

Volkov’un kitabının, yazarın iddia ettiği gibi, Şostakoviç’in 1971-74 arasında kendisine dikte edip sonra bölüm bölüm kontrol ederek onayladığı notlara dayanıp dayanmadığını bilmiyorum. Tanıklık Tutanağı ile ilgili kanıtlanmamış önemli sorular ve şüphe uyandırıcı durumlar var olduğu sürece Volkov’a ve kitabına kefil olmam elbette mümkün değil.

Ancak Çernyayev’in 1972 günlüğü sayesinde, bestecinin 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren imzasını taşıyan yazıları kendisinin kaleme almadığını ve Stalinist rejimin bu tiksindirici sahtekârlık ürünlerini okumayı kategorik olarak reddettiğini biliyoruz.

[*] Boris Slutskiy (1919-1986), Sovyet şairi ve II. Dünya Savaşı gazisi. “Cephe kuşağı” şairleri arasında sayılır; savaş deneyimlerini yalın, doğrudan bir dille aktaran eserleriyle tanınır. Stalin döneminde sadık bir Sovyet yazarı olarak kabul edilse de ölümünden sonra yayımlanan bazı şiirleri sisteme yönelik eleştiriler içerdiği için tartışma yarattı.

[**] Bu kitap ilk olarak İngilizce yayımlandı. Daha sonra 30’u aşkın dile çevrildi.

[***] Solomon Volkov, Tanıklık Tutanağı (Şostakoviç'in Anıları), çev.: Halim Spatar, Pencere Yayınları, 1992, İstanbul.

[****] Volkov’un Tanıklık Tutanağı [Testimony] adlı kitabının otantikliğine dair ciddi kuşkular dile getirildi. Birçok müzikolog ve tarihçi, Şostakoviç’in bu metni doğrudan onaylamadığı gibi, anlatının besteciyi olduğundan daha sistematik bir rejim karşıtı olarak sunduğunu savundu. Özellikle eserlerinin örtük rejim eleştirileri içerdiği yönündeki yorumların, Volkov’un kendi ideolojik perspektifinden kaynaklandığı ve Şostakoviç’in karmaşık konumunu fazlasıyla rejim karşıtlığına indirgediği öne sürüldü. Örneğin, Alan B. Ho ve Dmitri Feofanov’un Shostakovich Wars adlı çalışmasında, Volkov’un kitabında bir çok açık çarpıtma ve yanlış bilgi tespit ediliyor. Ayrıca Volkov’un orijinal el yazması notlarının “kaybolduğu”; daktilo metnin ise yayınevi Harper and Row tarafından fotokopisi çekildikten sonra bir İsviçre bankasında saklandığı, ardından 1990’ların sonunda “ismi açıklanmayan bir özel koleksiyoncuya satıldığı” yönündeki açıklamalar, metnin güvenilirliğine dair soru işaretlerini daha da artırdı. Bu tartışmalarla ilgili daha kapsamlı bir değerlendirme için İngilizce okuyabilenlere Dünya Sosyalist Web Sitesi yazarı Fred Mazelis’in 2000 tarihli makalesini öneririm: Clarifying a Confused Debate: The Legacy of Dmitri Shostakovich.

[*****] Dimitriy Şostakoviç, Şostakoviç: Hayatı ve Eserleri, İngilizceden çev.: Hakan Güçlü ve Mehmet Kıvanç, Gelenek Yayınları, İstanbul, 1999.

[******] Dimitriy Şostakoviç, Bir Sovyet Sanatçısı Olarak Tarihe Tanıklığım, çev.: Volkan Terzioğlu, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2010. [Kitabın yeni çevirisinin başlığında tanıklık sözcüğünün kullanılmış olması bir rastlantı değil elbette. Volkov’un yalancı tanıklığının karşısına, Şostakoviç’in "gerçek" tanıklığı konuyor! Kitabın Progress Publishers tarafından yayımlanan İngilizce çevirisinin başlığı, Terzioğlu’nun çevirisinden çok farklı: Dmitry Shostakovich: About Himself and His Times.]

Aynı zamanda bkz.: 

Anatoliy Çernyayev'in 1972 günlüğünden (1): Bürokratik planlamanın sefaleti

Anatoliy Çernyayev'in 1972 günlüğünden (2): Sibirya’yı emperyalist güçlere satmak

Anatoliy Çernyayev'in 1972 günlüğünden (3): Bir Renault yöneticisinin gözünden Sovyet otomotiv sanayii

Anatoliy Çernyayev'in 1972 günlüğünden (4): Kıtlık, kolera ve Stalinist bürokrasinin yazlık sarayları

Anatoliy Çernyayev'in 1972 günlüğünden (5): Pek bilinmeyen 1972 Macaristan isyanı